insan ayarlı

12 Aralık 2010 Pazar

hakiki petek süzme Kars çiçek balı

... ve yine yıllar geçmişti. Eskiye olan özlem tarif edemeyeceği biraz acı ama sevdiği bir tat bırakıyordu artık. "Herşey çok karışık" demeye alışmıştı ve bu kadar sık söylenen sözleri sevmemesine ama sevmediği kadar da mecbur olmasına da alışmıştı. Kimine göre elinde mükemmel imkanlar vardı. Bu imkanları başkasına verseler neler neler yapabilirdi. Dışarıdan bakılınca önce böyle gözükürdü ama aslında öyle değil (diyemezdik). Daha yakından bakmaları lazımdı da daha yakından bakmayacaklardı - herkes herkese yakından bakmaz - süre de az bir hüküm vermek için. Diğer bir yandan çok da zaman var aslında ama insanlardan bunlar talep edilemez, buna ayıracak vakitleri yoktur vesaire...

Kendisinden bekleneni yapmisti, arilardan bal yapmasi beklendiği gibi. Evet ne kadar kalitesiz de olsa yapilanin bal olduğu kesindi. Ak sakallı bir ihtiyar dede yazmış bir kulubenin camına. "Hakiki petek süzme Kars çiçek balı bulunur" diye. Bal denen besine ulaşmak zor değildi, her yerde rahatca bulunabiliyordu. Milyarlarca insandik ve hepimiz insandik. Erkek olan bir tane isterlerse evet kendisi bu gruba girerdi. "140 cm'den uzun, dili çatallı olmayan, ellerinde en az 10 parmak bulunan" biri arasak aday kümesini çok da fazla daraltmış olmuyorduk. Tarhana çorbasına tulum peyniri atarak içenler kümesine dahildi ve buradan aranırsa çok da mutlu olur ve gururlanırdı da.

Artık şüphe yoktu ki bu bir baldı. Evet maalesef kimse aksini iddia edmiyordu fakat değer kazanması için çok daha fazlası beklenecekti şimdi ondan. Sahipleri de bu istekleri yerine getirmek için olmadık taklalar atacaktı.

Çiçek balı imiş. Bu bal tamamen çiçekten mi yapılmış gerçekten veya ne kadarı çiçekten yapılınca çiçek balı oluyormuş? Defterin ortasından kopartılıp ispirtolu kalem ile torununa yazdırılan "hakiki petek süzme Kars çiçek balı bulunur" yazısını gördüğünden beri gözüne uyku girmiyor. Sondan başladı ve ikinci kelimeden daha ileri gidemiyor.

Bu bal öznel olarak "hakiki" idi ama diğer iddiaların hepsi çürütülebilirdi. Dede'nin sözü yeterli bir güvence sayılmıyordu artık. O baldan geneli temsil edecek bir numune alınır ve Yeni Zelanda Arıcılık Üniversitesi'nde çok da güzel br kusur bulunabilirdi. Bu doğal besinler de gayri doğal yöntemlerle satılmalıydı çünkü...

...çünkü Dede bu acımasız şehirin bir sanayi sitesinin camiinde tuvaletin önündeki kulubede mesaisini geçirirdi. Orada olmadığı zaman tuvalet paralarının ödenmeyeceğini bildiği için içeriye "herşeyi gören var" yazmıştı. Oturduğu apartmanın kapıcısının evliya olması gibi bu adam da ermişti aslında ona göre ve ancak bir ermişin sahip olabileceği saflıkla bir yandan bal satmaya çalışıyordu.

Bunu düşününce hüzünlendi bizimkisi ama kendi ahmaklığının da bir göstergesiydi aslında. İşi sorulduğunda sürekli şikayet eden, çevresi için acımasız eleştrilerde bulunan bu zavallı elindeki imkanları kullansa hayatta çok da başarılı olacağına inandırılmıştı. Halimizden memnun muyuz? "Allah'a şükür" dedi Dede. Hayatında hiç takım elbise giyip iş toplantılarına gitmemişti, internetten indirim yakalayıp kendisine tenis ayakkabısı da almamıştı.

... ...

bütün renkler aynı hızla kirleniyordu
birinciliği beyaza verdiler

Ö. A.


21 Kasım 2010 Pazar

tarhana içen Deli Balta

(Bana Bakırköy'den diyebilirsiniz.) Dayım bizi ziyarete gelmiş hastaneye çok yakın evimizde. Birşeyler mi olmuş?

ZZzzzzz Öğlen vakti şöyle bir dolaşmaya çıkmışım hastanenin orada. Bahçesinde yürüyen bir hasta vardı, beni görünce yüzü aydınlandı. Aslında oldukça sağlıklı bir adam gibi duruyordu. "Hemşehrim sen Uşaklısın değil mi?" dedi. "Evet" dedim. "Ben anamın tarhanasını çok özledim, Uşak'a dönünce anama bir var da söyleyiver, bana tarhana göndersin."

Birkaç yıl geçti galiba. Uşak'ta çarşıda bu adama rastladım. Ellerime ayaklarıma kapandı, çok teşekkür etti. Tarhana çok iyi gelmiş, hatta o sayede iyileştin demiş doktoru. Beni bırakmadı, illaki evine gelip anasının tarhanasından içecekmişim.

Evde kimse yoktu. Beni bir odaya buyur etti. Odanın ortasında halının üzerinde bir balta vardı.

"Anam tarhanayı neden göndermedi?" dedi ve baltayı bileylemeye başladı. ZZzzzzz

4 Kasım 2010 Perşembe

... ...

Otobüste karşısında oturan bu adam yalnızlığına isyan etmek istiyordu artık. Bunu suratından anlayabilemezdiniz.

9 Ekim 2010 Cumartesi

ishi no shita

Onlarca yılın sonunda boş umutların gerçekleşmeme ihtimalinin "sadece bazı zamanlarda" çok düşük olduğunu hatırlayabiliyorduk. Bu onlarca yılın bize kattığı "sözüm ona" iyi tecrübeler bunlardı. Evet, son olarak en değer verdiği de geri dönmek üzere derken üç sene geçmişti. Sonra bunu aslında ne kadar çok istediğini tekrar farkedip bu üç sene de neden daha fazla çaba sarfetmediğine yakındı. Yılların içinden geri dönmek istedi ve gece yatağa ilk uzandığında veya otobüste giderken hep bunu hayal etti. Bu kısır döngü içerisinde hayallerden çıktığı anların yavaştan ve derinden giren sızısı da kendisini akıllandırmadı. Acı çekiyor ve bundan gurur duyuyor sonra tekrar acı çekiyor çünkü gurur insanın kendisine saygısı gibi dursa da dışardan pek de ilgi çekmiyor, takdir toplamıyor. Annesinin oğlunu dünyanın en güzel insanı sanması yetmiyor. 20 yıl geriye dönmekten başlıyor, talihini zorlamak sonra hep daha azına yetinip bir gün öncesine bile dönmek için herşeyini vermeye hazır hale geliyor.

Bunları düşünmek şart değil ama bari herşey gelişi güzel olmasın neler olmuş bu son yıllarda diye bakıyor. Evet çok azı kusursuz hatıralar. Birkaçını hatırlamaya bile cesareti yok. Elindekiler bir bir gidiyor, kavgalar, tartışmalar, haksızlıklar. Evet kendisi için bu kadar zor olan hayat ve kendisi gibi diğerleri ile olan ilişkileri kaçınılmaz mesafeler açıyor. Belki haklı ama kendisi için bile önemi yok. Neredeyse üç sene olacak, olmadan birşeyler yapamaz mıyız?
... ...

"demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor." S.A./K.M.M.

3 Ağustos 2010 Salı

El-Bais

Yağmur yeni dinmişti. Gecenin bu vaktinde eve dönüşü en kısa yoldan, mezarlık içinden yapmamak için bir sebep yoktu. Bozkurt hep anlatırdı bizler de inanırdık. Aslında o yıllar önce ölmüştü ve sonradan hortlamıştı. Nas da bunu iyi bildiğinden geceleyin mezarlıklarda onunla beraber dolaşmaktan çok korkmazdı. Bozkurt mezarlarda yatan ahbaplarına selam verdiğinden sohbetleri sürekli kesilse de Nas halinden memnun gibiydi. Zaten bu adam çok beklendik rahat tepkileriyle yüz yıllardır bizi şaşırtmaktaydı. Yani aslında halimiz buydu ve ne olursa olsun çok fazla üzülemezdi de sevinemezdi de. Sinir yapan sinirler konusunda tıpçılara çok faydası dokundu... demek isterdim ama öyle olmadı. Sinir yapan siniri yoktu o yüzden bende çok olan soyut sinir miktarını azalttıramadık. Bunun için çılgın doktorlar bulmak lazım derdi Doktor.

Bozkurt hepimizin bildiği ama yine dinlemek istediği hikayeyi anlatacaktı bunu hissedebiliyorum. "En çok köy mezarlıklarını severim." dedi. "Oralarda çeşitlilik pek yok gibi gözükse de aslında dikkatli bakınca çok fazlasını görebilirsin. Neden böyle ben de işin içinden çıkamıyorum. Bunun gibi İstanbul mezarlıklarında yatanlara bakıyorum, hepsinin hayatı, saçı, elbisesi çok çok farklı gibi ilk bakışta ama nedense ben ayırt edemiyorum. Çocukluğumdan beri ayırt edebilme saplantım var, o yüzden bir isim koymam lazım ama birbirinin zıttı iki isim koyduklarım bile daha sonra bana aynı gözüküyor. İşte bu beynimi kemiriyor, ölüleri bile rahat bırakmıyorlar, rahat bırakamıyorum."

Sonra derin bir nefes aldı Bozkurt. (Toprak ve solucan kokusunu severiz biz.) Sen de ölmüştün bir zamanlar değil mi Nas?" dedi Bozkurt. Nas sadece "Bilemiyorum." dedi.

Bozkurt ağaca pençesiyle bir atom resmi çizdi. Sonra devam etti. "Nedendir bilinmez ben öldüğümde, beni kimsenin bilmediği, uğramadığı bir dağa gömmüşler. Mezarımdan çıktığımda titriyordum. Gırtlağım yırtılana kadar haykırdım. İşte o zaman pençelerim çıktı, dişlerim sivrileşti. Sakallarım çıkmazdı benim, onlar uzadı." Kurtlar baktı bana. Onlar bile çeşit çeşit, kuzu eti seveni var, keçi eti seveni de..."

Bozkurt'un kafası şartlara göre çok fazla ya da çok az çalışabilirdi. Dışarıdan etkilenme kusuru gibi gözükse de onu canlı tutuyordu. Kafalarımız karışık mı? Canlı olan Bozkurt mu, Nas mı? Kısa bir süre önce yemin edebilirim Nas'ın canli olduğuna ama bu umarsamazlık nereye kadar? Bize öğretmediler mi önce kendimizi düşünmeyi? Bu umursamazlık sadece kendini düşünmekten değil, kendini bile umursamamaktan geliyor.

"Annen ve Baban seni kalplerininin derinliklerinde hala yaşatıyorlar Bozkurt" dedi Nas. "Artık farkına varılmalı ölümden de yaşamdan da beklentiler çok fazla ve birbirine benzer. Ölümüyüz, yaşıyor muyuz ayırt edemiyoruz. Pençelerinle doktorluk yapabilir misin?"

Geçenlerde başım belaya girdi aynı anda birkaç koldan. Ben epey bir miktar borç takmışım piyasaya - haberim yok gerçi -, ayrıca oturduğum ev ruhsatsızmış, vergi borcum çıkmış - halbuki yemin edebilirdim parayı yatırdığıma -, kaçak elektrik kullanıyormuşuz, kaybettiğim ihalede fesatlık yapmışım nasılsa. Ben bunları yapmadım biliyorum. O zaman iyi bir avukat tutmam lazımmış. Neden yapmadığım şeyler için avukat tutalım? Yapmadım diyorum işte bu yetmez mi? Üstüne gideceğimi zannetmeyin, cezama razıyım. Cezana razı olunca da işler uzadıkça uzar. Her taraf adalet avıcısı... İyi bir avukat tutmak yerine kötü bir avukat tutsak bu sefer. Bunları görünce ölmek anlamlı, en azından bu tür şeyler olmuyor o tarafta.

En sonunda en sevdiğim yere geldiler, ben onları takip ediyorum, beni de başka biri. Gözlerinden çıyanlar, kulaklarından solucanlar çıkan biri ama yine de sevimli. Benimle hiç bir ölü konuşmaz nedense, onların bile ön yargısı var halbuki kaç kere söyledim aslında göründüğüm kadar kötü değilim. En sevdiğim yer burası diye mi böyle yapıyorlar? Bozkurt burayı görünce çizgi şeklindeki gözlerini kocaman açardı, Nas bile her seferinde irkilirdi. Annemin anneannesi keşfetmiş burayı, Sarıtaş... Taşın üzerine oturmuş bir kız uzun sarı saçlarını tarıyor her gece. Üçü de "Bunun mantıklı bir açıklaması olmalı." demedi hiç bir zaman.

Artık ben de ölülerle konuşmak istiyorum ama işler eskisi kadar bereketli değilmiş diye duydum. İnsanlar ölmeye bile vakit bulamıyor. Ayrıca takıntım da var, mezar taşında mesleği yazanlarla konuşmuyorum. Delilerin ölüsü çok makbul benim için, zaten yaşarken de ölü gibiler kategorizasyondan kurtulabilirlerse. Köy'ün ya da Mahalle'nin Delisini çok severiz. Hacı Seyit vardı bizim köyde. Hala yaşıyorsa, ben nerdeyim o zaman? İkimiz aynı zamanda bu dünyada birbirimizden haber almadan nasıl yaşadık?

Ölüler konuşmak istiyorum yoksa kafayı çizme vakti yakındır. Eğitim almışız, çalışmışız ne kadar basit şeyler bunlar sıradan bir ölünün gördükleri yanında. Mezarlıkta yalnız hissettikten sonra ne işe yaradı bütün bunlar? İskenderiye Kütüphanesi yandı ve biz yüzlerce yıl geriye gittik ya da dibe vuruşumuz yüzlerce yıl ertelendi bunlar basit hesaplar. Bu tarihten sonra işim mezarlığın en güzel
- mantı açanını
- kazak örenini
- ud çalanını
- gök resmi çizenini
- saat tamir edenini
- bireysel futbol oynayanını
- şiir yazanını belirlemek olacak.

"Ölülere güvenebilirsin." dedi Nas. Canlılar ölülere güvenebilir, ölüler canlılara güvenemez, canlılar canlılara güvenmemeli, ölüler ölülere... Bunlari coktan gectik biz. Geçmişe özlemim bitmeyecek o yüzden yaşadığımız çağdan daha eskileri hayal ederim her zaman 10 yıl da 1000 yıl da yeter bana. Mezarlıkların böyle faydası var. Dedemi tanımak isterdim, babam ona mı benzerdi, ben babama mı benziyorum? Ölümden korkmuyrum, o benden hiç korkmuyor.

İlk olarak parmaklarım toprağın dışına çıktığında aklım başıma gelecektir ve herkesten önce yeryüzüne çıkmaya çalışacağım. Yer ve gök yarılmış olacak o gün ve ben inşallah hiç kimseyi tanıyamasam bile Dede'mi tanıyacağım ve onunla konuşacağım. Babaannem en çok beni severdi çünkü, Dedem neden sevmesin? Kimse birbirini tanımıyor herkes kaçışıyor ama olsun Dedem beni tanır hiç tanışmamış olsak da.

Peki ya benim hala çocuğum yok mu? Torunum oldu da ben onu göremedim mi? O da beni bulsun, ben babamın saatini taktım yıllarca, oğlum da benimkini taksın siyah beyaz resmime baksınlar. Ne olursam olayım iyi adamdı desinler. Erken göçtü diyenler oldu aslında çok da vakit harcadık. Şairin demediği gibi...

"Her ölüm geç ölümdür."

......

El-Bais: Ölüleri diriltip kabirlerinden çıkartan.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

sizden korktuğumu mu zannediyorsunuz?

Geçmişe doğru daldı. Sınıf bugün -yani o gün- tenhaydı. Sadece 61 kişi gelmiş, epey bir çocuk bayram için aileleri ile memlekete gitmişler. Ne tatili bu böyle diye düşündü. Anaolu Liseleri Sınavı'na hazırlanmak gerekmiyor muydu? Gerçi sınıfta sadece 3 kişi bu sınava girecekti. O zamanlar hayatın gerçeği buydu demek. Kafasını kaldırıp arkadaki kocaman grafiğe baktı. Nedendir bilinmez öğrenci çocukların babalarının işlerinden grafik yapılmıştı. Büyük çoğunluk işçi, birazcık memur ve çiftçi var. Serbest Meslek: 1. O da babası oluyordu. Pek hoş karşılanmazdı "serbest meslek" tabiri. Yani esnaf aslında ama bakkal, manav gibi değil dese de tutturamazdı. Daha sonra sıradan oldu "Baban ne iş yapıyor?" sorusuna "Karanlık işler" demek. Hem güldürürdü, hem düşündürür...

Öğlenciydiler. Bir tümen asker kadar öğrenci her öğlen yer değiştirirdi. 5A, 5B, 5C, 5Ç, 5D,...5J'ye kadar gittiğini söylerler sınıfların. Her an bir vukuat, dövüş... Erkek öğretmenlerin öğrencileri sınıflara uçan tekme atarak soktukları olurdu. Bayan öğretmenler ellerinde cetvel olmadan dolaşmazdı, beyinden vurmakta üzerlerine yoktu. İlk o zamanlar düşünmüştü acaba kadınlar daha mı acımasız diye. Esas heyecanlı zamanlar okul çıkışı yaşanırdı. Eve gidiş güzergahında çok zorlu bir etap vardı. Burası çocukların akşam saatlerinde yaklaşmaya pek cesaret edemediği bir çocuk parkıydı ve efsane haline gelmiş Salatalık Çetesi'nin üyelerinin ön kesip zorla para almaları, iki sille, bir tekme atmaları olağan karşılanırdı. Birkaç kere dayak yemişti, Yanına sadece 1 simit ve 1 çilekli süt alacak kadar para verirdi annesi böylece akşam eve dönerken cebinde hiç para olmazdı.

Yaz tatillerinde sokakta günün 10 saatini geçiren tiplerdendi. Mahalle başlı başına bir dünyaydı onun için, iki sokak öteye gitmek bile çok değişik bir özgürlük hissi verirdi. Sokak serserilerinin değişik fraksiyonları ile karşılaşma şansıydı ayrca bu. Yazları tek olayı bisikletini kaçıranlarla, topunu patlatanlarla onur mücadeleleriydi. Sinirini kavga ile çıkartamazsa sol elinin işaret parmağını ısırırdı. Yıllarca o parmağı şiş gezdi. Mahalle maçlarının vazgeçilmez kalecisi, bisikletten düşme rekortmeni ama her zaman efendi, sessiz...

İlerde bu alışkanlıklar başına bela oldu. İyi olduğu kabul edilen bir Anadolu Lisesi kazandı ama bu uygunsuz alışkanlıklar neredeyse okuldan atılmasına kadar kendisini götürecekti. "Bu çocuğun psikolojik sorunları var." dediler. Burada tatlı tatlı konuşan güzel öğretmenler vardı, okulun koridorları hep temizdi, öğrenciler hep iyi ailelerdendi ama ... Rehber öğretmen "Çoçuğunuza yardım edelim." dedi. Babası "Yemişim rehber öğretmeni." dedi sadece. Medeniyetin bağrında olmak da zormuş. Mahalle böyle değildi, serseriler insanların gelececeği ve ekmeği ile oynamazlardı. Bu kadar karmaşık tanımlamalar yapmazlardı onun için.

Babası yıllarca bu olanları biraz mesafeli takip etti. Sanki eve kaşı gözü morarmış gelince biraz da memnun olurdu. "Sen de ona vurabildin mi?" diye sorardı bazen. "Kaç kişiydiler?" Hep sokakların öneminden bahseder. Ufak çocukları olan genç çiftlere tavsiyeler: Çoçuğa balık yağı yutturmak, zekasını ceviz yedirerek geliştirmek, 3 yaşında piyano kursuna göndermek... Sokağa çıkartın da biraz mikrop yutsun.

......

Bir basket maçı, işte o Salatalık Çetesi ve korku tüneli gibi park. Memleketten amca oğlu gelmişti. Abisiyle beraber üçü bir takım. Karşı taraf çeteden olduklarını iddia ediyor. Yanda da 7-8 seyirci var onlardan yana. Gerçi bu da biraz Beşiktaş'ın Çarşı'sı gibi. Herkes aidim diyor. Top onlara ait, mallarını riske atmadılar. Maç zaten gergin başladı, dirsek geçirmeler itişmeler derken amca oğlu da sertliğe artan bir sertlik ile karşılık verdi. Sözlü tartışmalar, atışmalar ama nedense bu Salatalıkcılar bir yandan da biraz çekiniyorlar.  Nihayetinde Salatalıkspor son sayıyı attı ve kazandı, top amca oğlunun önüne düştü. Topu eline alıp öyle bir vurdu ki ayağıyla ilerdeki evin bahçesinin dikenli tellerine çarpıp patladı. Biraz homurdanmalar oldu ama kimse üzerlerine yürümedi. Arkalarına bile bakmadan ağır adımlarla uzaklaştılar. Yolda "Bizi dövebilirlerdi." dedi amca oğluna. "Olsun."

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Sanayide Cuma Namazı

"Ben çıkıyorum, siz de dükkanı kapatıp gelirsiniz" dedi babası, cuma namazlarına 43 dakika erken gidip vaaz dinlerdi çünkü. Kendisi de elindeki birkaç işi bitirmeye koyuldu. Sonra dükkanın demir kapılarını kapatıp mescide gittiler çalışma arkadaşlarıyla beraber.

Yıllar önce de bu dükkana gelmeyi severdi. O zamanlar bir işçileri vardı, Herkül duruşu olmasa da kuvvet olarak eksiği değil fazlası olan. Yılda 15 gün fındık toplamaya memlekete giderdi, adı da Dursun'du. O zaman kendisine en sevdiği iş çıkardı - çelik kesmek. Yazıhane'den sipariş gelir Ø80x150 - 38 Adet - 4140 Kalite Çelik. Hayatında yaptığı en ciddi iştir, 150 mm'yi tam tamına tutturmak için cetvelle 5-6 dakika uğraştığı olurdu tek kesim için. Sonra kesilenleri ölçerdi, testerenin kesme payı ne kadarmış, ölçtüğünden ne kadar kısa kesmiş diye. Duruma göre bir sonraki kesimi düzeltirdi. Mengeneyi iyi sıkmak lazım yoksa malzeme dönebilir ya da kesim eğri olabilirdi. Sonra otomatik testereler çıktı, uzunluğu ve adeti girmek yetiyordu malzemeyi bağladıktan sonra. Mertlik bozuldu kendisine göre.

Gittikleri yer sanayi sitesinin içerisinde bir mescitti. Herkes mümkün olduğunca iyi temizlenirdi ama yine de mescite girdiğinde derin bir yağ ve pas kokusu hissedilirdi. Tiksinç mi? Ona göre hiç değldi. Sanayi böyleydi işte, dükkanda çalıştığın masada menemen yemek garip değildir. Birisiyle ilk tanıştığında bile "bey" demek saçmadır, sokakta bayan görmek uzaylı görmek gibidir. "İşler nasıl"a Allah'a şükür demek gereklidir. Çok işçi vardır, çok gariban vardır. Bir yandan üzer seni, bir yandan kendinin de aslında birşey olmadığını anlarsın. Bunca yıl okumuşsun, büyük firmalarda çalışmışsın ama gel gör bu kaportacı çocuk senden çok daha anlamlı konuşuyor. Ne olursa olsun yabancısın, içine girmek istemezsin, istediğin zaman giremezsin. Kaderin bu, hiçbir zaman onlar gibi olamazsın.

Parasızlık! Sanayide bakkalları hala var neyseki. Bir buçuk liraya tost, ekmek arası eski kaşar, beyaz peynir, kavurma, yağ-bal, yaz helvası alınabilir. Apo bunları hazırlarken eldiven de takmaz. Veresiye de yazılabilir. Kaçınılmaz sohbetlerden biri; "Bu bakkal Apo çok iyi para kazanıyor.".

Ezan vakti geldi. Bir minare ya da ses sistemi yoktu bu mescitte. Ezan sesi duyuldu yakınlardaki bir camiden. Peki şimdi ne olacak diye düşündü. Sandalyede oturan yaşlı bir amca ayağa kalktı, sakin ama emin adımlarla yürüdü ve pencereyi açtı. Elleriyle kulaklarını kapatıp caddeye doğru çıplak sesiyle ezan okumaya başladı.

2010 yılının İstanbul'unda? Uzay çağında? Avrupa'da? Komik mi?

Burası sanayi, burasının kuralları başka. İstediğin herşeye gülemezsin, hor göremezsin. Yan masana e-posta attığını görse buradakiler ya da çay saatlerinin kendi insiyatifinde olmadığını... Bayramlaşmak bile kurumsal, mis gibi yemeklerden sürekli şikayet eden ablalar var. Servis şöförü çok kroymuş çıkarılsın demek ekmeği ile oynamak değil mesela. Daha doğrusu ekmek ne?

Camı açıp ezan okuyan birisini gördü ya günü güzel gececekti. Sonradan öğrendi ki bu yaşlı amca babasının ahbabı olurmuş.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Beton

Hatırlarsınız en çok satılanlarda bir numaraya kadar yükselmiş şaheserim "Beton Aldatmacası - Bölüm 2, Çimento ile Su Yanyana Durmaz" edebiyat, bilim ve magazin kamuoyunda büyük yankı uyandırmıştı. Bu eserdeki başarımın sırrı nedir ben de bilemiyorum. Bence pek de anlamlı bir eser değildi, satın alanların büyük kısmının yarıda bıraktığını ve hatta bazılarının hiç başlamadığını biliyorum. Mühendislikte 4 yıl 4 ay'da kazanacağım parayı bir anda kazandım orası ayrı.

......

Sensei'yi ziyarete gittim bir gün. Yanında Beton diye bir genç vardı. "Garip bir ismi varmış" dedim sadece. Sensei öğretti bize. Meğer "Beton Teknolojileri" diye birşeyler varmış. Biz zannederdik ki sadece betonun kokusunu sevenler vardı, içine elini sokmayı sevenler.. Bu adam hepsini severmiş.

......

Benim kendi çocuğum gibi sevdiğim eserim "Beton ve Kozmoloji"de anlattığım gibi yıldızlara teleskopla bakmak gibidir, betona mikroskopla bakmak. Bir beton karışımı yapmıştım, çok karmaşık, kararsız ve çok güzeldi. Adını Hubble koydum.

......

Beton deyip geçmemek lazımmış. Ne kadar zor bir meseleymiş? Eskiden sadece Samanyolu var zannediyormuş en bilgeler bile. Sonra hukukçunun biri Andromeda'yı keşfetmiş. Bilgi ve tecrübe ama hayat bu değil. Dışardan bakmak bile çok zor!

Beton'u daha yakından tanıyınca anladım, evet zaman zaman beton gibiymiş. Dostluğu kıymetliymiş, yüksek momentumun ardında incelikler barındırmış. Beraber geçirdiğimiz anların şerefine...

......

...oysa hiçbir zaman ilk eser gibisi yoktur. "Bence Beton Sert Değildir" adlı eserimi Sensei'nin önsözüyle tekrar yayımlatmak istiyorum.

Kaya Klinkeroğlu

29 Haziran 2010 Salı

Kaptan; kendisi kocam olur

"Takımın kaptanı o olsun. Takımı kursun, hem herkes seviyor ve güveniyor." dedi bir kendini bilmez.

Sanki herkes biliyordu umutsuz bir proje üzerinde çalıştıklarını da boşu boşuna çalışıyor olmalarını kendilerine konduramadıklarından, herşey bir gün yoluna girecek, "çok pis (diğer bir deyişle hayvan gibi) tecrübe" kazanacağız bu işten diyerek kanlı canlı hayaletler gibi geziyorlardı. Belki de kağıtlara yazılanlar içinde bir his yoksa, ne kadar arşivlenirse arşivlensin o kadar da kalıcı olamıyordu. Yüreğinde bir iz bırakması lazımdı. Hem bu yazılar taksi şöförü ile yapılan sohbetler kadar sade ve masum değildi. İsteyen istediği tarafa çekerdi de en iyi istediği tarafa çeken kazanırdı. Bunları bilmek pek birşey değiştirmiyordu. O yüzden bizim Kaptan gereksiz duygu yüklü rüzgarlara kendini pek kaptırmazdı. "Ben çok duygusal bir insanımdır" demek gibi anti-depresantlar da kullanmazdı. Yavru kedilere çağdaş gençliğimiz kadar sevgi selini önüne katarak yaklaşmazdı.

"Arkadaşlar bu akşam iş çıkışı ilk taktik toplantımızı yapıyoruz." dedi Kaptan. Herkes "Tamam" dedi.

Sonra acaba gerçekten boşa mı çalışıyoruz hissi içinde gidip-gelmeler yaşandı bazılarında ve bu -gerekli olmasına rağmen- pek hoş olmadı. Hayalet gibi yaşamanın verdiği bir imkan olsa gerek insanların iş dışı birbirine yaklaşma vesilesi oldu kafadaki karmaşıklıklar diğer bir yandan.

"Liderlerin, patronların her zaman sert ve disiplinli mi olması gerekir? Öbür türlü ciddiyetsiz mi olurlar? Başka şekilde saygı, sevgi kazanmak mümkün değil mi? Gaddarlara, otoriterlere içten içe hayranmışız meğer. Çok güçlü erkek...!"

Futbol maçları uzunca bir dönem hayatlarının en önemli kısmı oldu. Taktiklere, kimin nerede oynayacağına, kaçıncı dakikada kim ile kimin değişeceğine çok kafa yordular. Sonra umutsuz projenin diğer ortakları ile maçlar yapıldı, hatta bazılarının aileleri bu maçları izlemeye geldi. Bir nevi tuhaf bir hayat, "hayat-i tuhafiye"...

"Bu takımın kaptanının sanki biraz fazla kilosu var" dedi seyircilerden biri. Derken maç başladı. Herkesten çok koşabiliyordu. Neden? Müdürünüz bu kadar hızlı koşabiliyor mu? İtibarı neye göre dağıtıyorsun?

Herkesin ortak bir kaptan adayı vardı. Bizim Kaptan... Çok iyi oynamıyordu belki, patronluk da taslamazdı. O zaman neden o? Ben kaptan olacağım dedi mi? Dediyse ayıp (!). Dememiştir o çünkü ruhunda yok, işte o yüzden kaptan o olmalıydı.

"Yakınındayken içindekileri gördüm, bir anda irkildim. Hayat aslinda çok basitmiş. Özünde rol yapmamak varmış, hadi bunu biliyorduk da patavatsız olmak da güzelmiş. Aşılması gereken bir dünya şey var. Güneş gözlüğü takınca herkes bana bakmıyormuş meğer. Bir yandan da bu çekingenlikler de güzel. Ona lafı yok zaten. Kırmasan da olur zincirlerini. Kaptan'ın yanında rahat olabilirsin. Zaten herkes onun arkadaşı olmak isterdi, onu gibi olmak isterdi, o olmak isterdi. Var mı onun gibisi? Sohbet adamı, ortamların adamı, basket maçlarının katili. Kaptan; kendisi birisinin kocası, birisinin abisi,birisinin oğlu, bazılarının iş arkadaşı, sırdaşı, endüstriyel olarak çok iyi gider gelir hesabı yapamasa da doğum günlerinden mutlak ticari zaferle ayrılan uyanık. Evet biraz da uyanık. Uyanıkları sevmeyiz demeyin, her tipin sevilebileni varmış. Kaptan; kendisi dostum olur." dedi bir kendini bilmez.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Varmpir'le iş görüşme

Yazıhaneye girdiğinde ağır bir sigara kokusu duydu. Hemen girişteki çok tozlu masada kırk yaşlarında bir kadın çok profesyonel bir şekilde sigara içerek oturuyordu.

"İyi günler. Saat 13:12'de Selahattin Bey ile görüşmem vardı" dedi Bizimkisi. Selahattin bir müteahhit için yeterli ağırlıkta bir isimdi. Randevu için küsuratlı bir saat vermesi de kafasında olumlu bir önyargı oluşturmuştu hemen. "Nereden geldiniz?" dedi Sigara Kadın ve ciğer dolusu dumanı üfledi. "Bir yerden gelmedim, iş görüşmesi..." Anlaşılan Selahattin Abi yerinde yoktu. Aslında bu olay kendisini çok şaşırtmamıştı. Altı üstü bir iş görüşmesiydi.

Bu sırada biraz ileride otuz yaşlarındaki Olumlu Adam olaya müdahil olmak zorunda hissetti kendini. Telefonda Selahattin Abi ile konuşuyordu. Arada ona bakıyor, kafasını sallayarak hmm hmmmm yapıyordu. Çok hoş bir şekilde Selahattin Bey'in şantiyede bir aksilik sonucu geç kaldığını ama yarım saat içinde geleceğini söyledi. Sonra telefonda konuşmaya devam etti. Kızılmaz böyle adamlara. Telefonu kapatır kapatmaz hemen çayını söyledi zaten.

Bir süre sessizce bekledi. Olumlu Adam; "Şantiye bu, sürprizlerle dolu..." dedi. "Hıhı" diye yanıtladı Bizimkisi. Bir yarım saat kadar daha geçti, herhangi bir hareketlilik yoktu. Zaten kafasında yarım saati elli altı dakika olarak biraz büyütmüştü. Elli altı dakika içerisinde gelirse sorun yok.

Yere bakarak beklemek huyuydu ve bunun psikolojik tahlillerini de önceden öğrenmişti de sonra unutmuştu. Bu sefer şanslıydı, bir hamam böceği önünden ağır ağır geçti. Yolunu kaybetmiş gibiydi sanki, arada sırada duruyor etrafına bakıyor sonra tekrar devam ediyordu.

Sigara içen kadın, yeni bir sigara yaktı ve şöyle bir dolaşmaya çıkmak üzere ayağa kalktı. Olumlu Adam, Sigara Kadın'a "Çok acıktım abla." dedi. "Bakayım Selahattin Abi neredeymiş."

-Selahattin Abi, açlıktan öldüm ya neredesin?
-......
- Hadi abi, çabuk gel keh keh.

Boğazlar Meselesi iş görüşmesinden kendince de daha önemliydi. Hamam Böceği yolunu kaybetmiş gibi dolaşmaya devam ediyordu.

Olumlu Adam bir anda heyecanla sordu: "Abi sen biliyorsundur klavyede fi nasıl yapılıyor"
"alt+0216" diye anında cevap verdi. "Senden kaçmaz tabi."

Selahattin Abi her an biraz daha yaklaşıyordu. En son epsilon mesafesindeydi -ki bu 87 dakikalık bir bekleyişin sonucuna karşılık geliyordu- sıkıldığını farketti ve kalkıp gitmeye karar verdi.

Ayrıldı ve güzel bir gündü diye düşündü. İçine bir huzur doldu, inşaat mühendisliğini sevmek için bir sebep daha...

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Cerro Torre'ye küsmek

O, yarı hayali, yarı gerçek olduğundan yazılanlar yazanı da okuyanı da bağlamaz.

İlk intibalar genelde yanlış olsa da bu sefer için doğru olduğuna inanılmak isteniyordu nedense.

Bir sabah on saatlik uykusundan uyandığında ve hala çok uykuluyken Cerro Torre'ye tırmanmaya karar verdi. Bunun kimsenin daha önce başaramamış olması hiç bir şeyi değiştirmeyecekti. "Yani" dedi sadece bunu duyunca. Böyle diyen birisine gitme denilebilir mi? Yüzerek gidecekti de -başaramayacağından değil- çok vakit alacağından vazgeçti son anda. Arjantin'e sağ salim varınca tırmanmaktan da vazgeçti. Vazgeçmelerini sevdi bazıları da, vazgeçirilmelerini değil ama. Hüzünlü olan da buydu. Kim olursan ol, ne anlatırsan anlat öncelikle kendisi bir görmeli, kendisi karar vermeli. Bunlar mutluluk göz yaşları.

İstemenin sonuçları onun için inanılmazdı da istemek dediğin işte o kadar kolay birşey değildi. Aslında buraya kadarki tuhaflıklar kabul edilebilir mertebedeydi. Ne insanlar vardır, daha neleri neleri kabul edebilirlerdi.

Sonuçta Cerro Torre'nin tepesinde dans etmeyi hayal eden birisinde biraz alınganlık şaşırtmamalı. Başaramasa da başardığında neler olacağını görebiliyor. Tabi diyebilirler gel Ilgaz'ın tepesinde dans et. Hem dağ, hem dans Arjantin'den olmasın. Bunda bile az da olsa öngörülebilirlik var çünkü, ona yakıştırmazlar.

Cerro Torre'ye tırmanmak imkansız, tırmanılsa da tepesinde dans etmek imkansız. Bu imkansız görev için yanına kimi alacak? Yanına alabileceği kimsesi yok. Onun için üzülmeli mi yoksa olması gereken bu mu demeli? Yalnızlık denilen böyle birşey mi? Herkeste bir yalnızlık ama bu biraz farklı.

Ona bıraksak herşeyi yeniden yazacak. Ona bıraksak? Keşke ona bıraksak. En sonunda sadece  sağlam dağlar ayakta kalabilirdi ona bıraksak. Peki ya Cerro Torre'ye tırmanamazsa ona küser mi? Cerro'nun haberi olur mu? İnsanların haberi olur mu?

......

insan neyi anlatabilir? insan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz."
A.H.T./S.A.E.


......

19 Mayıs 2010 Çarşamba

benintermodinamiksonu

Evrensel yasalar sinir bozucu olabiliyor.

Tam olarak sebebini kendisinin de bildiğini zannetmediğiz bir şekilde "Algoritma" kaleci olmaya karar vermişti. Muhtemelen bu sadece bir deneydi ve deneyin başarısızlık derecesi merak ediliyordu kendi ve kendi gibiler tarafından. Kendine seçtiği isim de -kendi seçtiği için- şu an yaşamakta olduğumuza hiç uygun değildi. Algoritma iyi bir kaleci olamazdı çünkü o ilk bakış hayatımızda anlamsız gibi gözüken yasalara tamı tamına sadıktı. Şu anda literatürde sıfırıncı yasaya rastlayabilsek de kendisi çoktan eksi bilmemkaçıncı yasayı anlamakla meşguldü.

Bu kadar fazla belirsizlikle kaleciliğe başladı ve her geçen an belirsizliğinin belirsizliği ve düzensizliği artarak arttı. (Kaleci dediğin istikrarlı olmalı) Zaten o da bunu görmek istemiyor muydu? Evet, bu devirde bunlar para etmiyor. Peki bu devir çok mu birşey? Daha tüm evrenin mutlak düzensizliğe geçip tamamen ısıya dönüşmesine vakit var. Öyleyse bu devirde kalecilikte yapılamayacaklar aslında tüm evrende yapılabilecekler hakkında fikir vermekte

mi

?

Algoritma, bunun farkında mı?

18 Mayıs 2010 Salı

duyarsızlığın tarihçesi

Islak ve yapışkan aynı zamanda çok da soğuk bir sabahtı. Otobüste her zaman bir kişilik daha yer olduğunu bilen "dışardakiler" ile bunun tersini iddia eden "içeridekiler" arasındaki ezeli rekabet homurdanmalar ve bazı ufak atışmalarla devam ediyordu. Bu durumu son derece soğukkanlılıkla izleyen şöför, halk ile muhatap olarak, çok sağlam bir temele oturtmuş olduğu karizmasını resetlemeye niyetli değildi.

Şimdi metrekarede en az yedi kişi olacak şekilde ve herhangi bir yere tutunma ihtiyacı duymadan ayakta durabiliyorlardı. Cep telefonu icat olunalı uzun zaman olmasına rağmen otobüste cep telefonu olmayan onbir aylık bir bebek ve yetmişdört yaşındaki nine sayılmazsa, bir tek kendisi vardı. Sabah'ın bu saatinde somurtkan bir kızın telefonu çaldı, bu melodi bir anda otobüste korku dolu soğuk bir rüzgar estirdi. Anlaşılan tamamen sohbet amaçlıydı bu sabahın  körü araması ve kızın suratında meydana getirdiği olumlu(!) değişikliğe oldukça şaşırdı. Alt kat komşusu da uzun süre kendisi için gizemini korumuştu mesela. İkisini benzetti bir an. Her zamana uzun pardesü giymesi, hiç gülmemesi, kalın, uzun ve güzel bıyıkları, kısa ama hızlı adımlar atması, kendisi gibi sabah erken çıkıp gece geç gelmesi ve belli belirsiz günaydın'ı ile Battal Gazi ile Darth Vader karışımı bir prestiji vardı üzerinde. Sonra çok sevilen apartman toplantısında konuşma imkanları oldu ilk ve adamın aslında radyo programcısı son derece cıvık birisi olduğunu gördü. Belki bir kez daha oturup konuşsalar bu sefer de cıvık ama içli bir adam olduğunu düşünecekti. Halbuki biz sizi müsteşar yardımcısı zannetmemiş miydik?

Duyargaları açık duyarlılar tarafından sabah muhabbetbazı kızcağız sert bir şekilde bertaraf edildi elbette. Uzun bir süre "Ne kadar düşüncesiz insanlar var cık cık cık" sesleri de devam etti. Uçurum kenarında yokuş aşağıya 185 km süratle giden bir araçta olsa ve yanındaki cep telefonu ile konuşsa dahi uyarmak onu için imkansıza yakındı. Daha geçen gün yanında nükleer bomba patladı da kalkıp iki adım öteye kaçmadı.

Eve geldiğinde ulusal televizyonda gene bilgilendirici bir program vardı. Programın tek amacı araçlarda cep telefonu kullanımının riskleri üzerine halkı bilinçlendirmekti. Sunucu önce bir açılış konuşması yaptı ve araçlarda cep telefonu kullanmamamız gerektiğini anlattı ve elektromanyetik alan dalında uzman bir profesör bağlandı telefona. Sunucu hanım; "Cep telefonlarının araçların fren sistemlerinde ne kadar zararlı olabildiğini biliyoruz, halkı bilinçlendirmek adına sizin görüşlerinizi de almak istedik." dedi. Profesör; "Cep telefonlarının araçlarda kullanılmasının hiçbir sakıncası yoktur, ben hep kullanıyorum." dedi. Bunun üzerine sunucunun suratında çeşitli gerilmeler ve renk geçişleri yaşandı. Profesör bu konudaki ısrarlı tavrını korudu ve program apar topar bitirilmek durumunda kaldı.

Şimdi ne geçti eline? Koca bir hiç! Cep telefonu ile konuşanı uyaranları uyarmak lazımdı belki de tabiki bunu da yapmayacaktı. Tepki vermemekte en zorlandığı sinemada korku filmlerine gülenler oluyordu ama bu konuda da başarılı olmuştu yıllardır. Sırada öne kaynamalar ise çok olağandı onun için. Yapmayana ayıp!

Bu tarz şeyler çok mu bayağı, ya da kendisi mi çok bayağı? Yere çöp atmazdı da atana da bakmazdı ya da Yeşil Barış ile balina avcıları ile mücadele etmeye niyeti yoktu her türlü hayvanat ile iyi anlaşabiliyor olmasına rağmen. Ozon tabakası delinmişti ya da sokak çocuklarının yardıma ihtiyacı vardı. Belki artık bir yerden başlamak gereklidir.

Duyarsızlığın tarihçesi bundan ibarettir. Ne olursa olsun, yapılanlar her zaman birileri için boş olmaya mahkumdur. Yoksa çok mu duyarlıydı da tezatlar üzerine kurulu bu dünyada tam tersi gibi hissediyordu kendini?

20 Nisan 2010 Salı

a.r.d.

Beş yaşında ve sakin.

Sekiz aylık kardeşinin başında anne gelinceye kadar beklemesi gerekiyor. Bu sorumluluk hissi nereden geliyor bilinmez. Bu kendisine benzemeyen renksiz suratlı bebek uyanabilir. Gerçi uyansa ne olacak? Ne yapabilir ki? Eve biri girse bu sırada ona karşı koyabilir mi? Önemli olan, nöbet yerinin kayıtsız şartsız terk edilmemesi. Onun kardeşi, kışlada rütbe olarak tek astı çünkü. Sahip çıkması lazım. Kardeşler sevilmez ya da kıskanılırmış ilk önce. O muhakkak seviyordu kardeşini. Pek de benzemiyorlardı hani, bu yeni eleman böyle sarı saçları sarı kaşlarıyla, kendi gür siyah saçlarına biraz tezattı şimdilik.

Kardeşine karşı günlük sorumluluklarını üşenmeden, sıkılmadan, şikayet etmeden yerine getirirdi ve bunu görevi benimsediğinden yapardı, anne-baba söylediği için değil. Yaşına göre suratı çok gülmese de, hep az konuşup, sakin yaşasa da nihayetinde o da bir çocuktu. Oyuncakları vardı, az sayıda ama uzun ömürlü, ufaklık oynama çağına gelince seve seve ona verdi oyuncaklarını. Ufaklığın olayı oyuncakları önce güzelce bir kırıp sonra oynamaktı. Buna da kızmazdı madem öyle seviyor, öyle oynasın.

Abi-kardeş arasında hiçbirşey iki tane olmadı, bir tane ikisine de hep yetti. Kırmızı kadife kıyafetleri vardı ikisinin çok benzer, onu beraber giydiler sonra abinin kadifeye dokunamama sorunu baş gösterdi de evdeki kadife koltuklar atıldı, şeftaliler hep soyularak yenildi.

Yan apartmanda adını şimdi ikisinin de hatırlayamadığı bir hergele vardı, bu hergele ufaklığı pataklayınca, abi de onu pataklardı.

Bir gün abi sokağa misket oynamaya çıkacakken, anne hava soğuk diye abiyle birlikte gitmek isteyen ufaklığa izin vermedi. Bunun üzerine ufaklığın yeri göğü birbirine katma girişimi, abinin "o zaman ben de çıkmıyım" kararıyla son buldu. Beraber evde misket oynadılar.

Sonra abi iyi bir okul kazandı, daha 11 yaşındayken yatılı okula gitti, ufaklık yalnız kaldı. Baba, ödül olarak Pinokyo bisiklete ilaveten bir de Commodore 64 aldı. Sadece haftasonları gelirdi abi, neler yaptığını anlatırdı. "Cağaloğlu" diye bir semt vardı, onların evinden iki otobüsle gidilirdi. Abi oraları gezmiş, iyice öğrenmiş. Sonra bir kere sinemaya gitmiş, kendisini de götürmeye söz verdi. Bilgisayarı kurarken anlattı bunları. Bilgisayarda hep kardeşin sevdiği oyunlar oynanırdı. Meğer Commodore 64'ler televizyonları bozarmış, televizyon ilk açıldığında 10 dakika görüntü abuk subuk gelirdi.

Baba bir gün portakal rengi Anadol araba aldı. Abi ile koşa koşa arabaya bakmaya indiler. Çok güzeldi! Baba rengine pembe demişti gerçi. Binde onüç eğimden daha dik yokuşları çıkamazdı portakal rengi Porşe'ye benzeyen Anadol.

Abi ortaokuldayken Almanya'ya geziye gitti ve gene gelmiş geçmiş en kıyak uzaktan kumandalı arabayı kardeşe aldı.

Yıllar böyle geçti, yine de değişen birşey yok, abi ufaklığı hala kolluyor. İnsanın arkasında abisi olması güzel. Keşke ufaklık da abilik yapabilse birilerine.

Abiler ve erkek kardeşler, bazen biraz mesafeli gibiymiş gibi olabilirler ama olsun. Nihayetinde en son kardeşler beraber kalıyor.

15 Nisan 2010 Perşembe

Hayalbaz

Hal-i dünyayı temaşaya misaldir perde.

Hayali Alibaz fabrikanın önünde, motorunun üstünde, sağır-dilsiz kızkardeşi Güvercin'i mesaisi bitene kadar bekleyecekti. Biliyordu "bu seyir perdesindeki güzellikler asıl eseri işaret eder". Aynı zamanda "Hakiki Perde"nin de ne olduğunu biliyordu da sanki kendi kalbi perdelenmiş gibi hissediyordu belirsiz bir zamandır. Her neye dikkatle bakarsan aşikar olur ve o bakmadan söyleyebilirdi ki asıl göreceği gaflet perdesinin dünyayı kaplamış olduğudur. Bu hayal alemini gözden geçirmek de bir hünerdir ancak bu suret perdesi nice gözleri mahvetmiştir.

Hangi gölgeye sığınsam yok olmazdı acaba?

Suret-i zahiri hayalin aksetmiş halidir perde.

Güvercin bir gün en güzel sözü söyledi ve bir daha konuşmadı. En güzel sesi duydu ve bir daha duymadı. En güzel yüzü göremeyeceğini biliyordu. Çünkü O, insanı kendi suretinde yaratmıştı. Bu hayal perdesinde görmek zorundaydı çünü artık bu perdeyi ilk kuran da şimdi bir hayaldi ve eğer perdeye can veren ışık olmazsa, hakikati görmeye perde mani olacaktı.

Cihana itimad etme hemen, gölge ve hayalini anla.

Güvercin gülümseyerek geldi. Suretindeki en ufak değişiklik herhangi birinin saatlerce konuştuğundan çok daha fazlasını anlatabiliyordu. Ağabey'i Alibaz uzun zaman önce "Düşünüyorum..." demeyi bırakmıştı zaten. Perde görünüyordu artık ama maksat arkasındakini bilmekti, Dünya'ya itimat etme...

Güvercin motorun yandan oturağına bindi. İki kardeş beraberdiler artık ve aslında bu alemde bundan farklısı olamazdı. Hep beraber olmuşlardı da bunu kavramak için bunca zaman geçmesi gerekecekti. Hayallerde hayal kurarak başka zamanda, başka bir yerde, başka birisi olabilir miydim diye düşünmedin mi hiç? Zaten ne zaman, nerede ve ne olduğunu bilmiyorsun henüz.
............
gölgelere bak gölgelere

amma işsiz güçsüz, amma avare
şarkılara inanıyorlar bütün gün
hepsi de aynı şarkının insanları
amma işsiz güçsüz, amma avare..."
C.S.

7 Nisan 2010 Çarşamba

yapışkanlar mekaniği

Ensemden izle beni.

Önce hafif bir rüzgar esti. Kim bilir belki bu rüzgarın kendi içinden gelen hali ya da belki buradan binlerce kilometre uzakta bir mezarlık bekçisinin derin bir of çekişi, bu hafif rüzgarın çehresini bir anda değiştirdi. "Bunları dinlerken suratımı göremeyeceksin." Önümde uçsuz bucaksız bir çayır var. Saçlarımı sırf bugün için uzattım. Saçlarıma bak artık önemli bir kısmı beyaz hem de. Böylece daha akılda kalıcı olabilecek. Şimdi ise rahatsız edici bir rüzgar var, soğuk ya da sıcak olması sorun değil çarpması yetiyor. Nasıl oluyor da rüzgar esebiliyor? Nasıl hafif bir meltem bir anda bu kadar şiddetlenebiliyor?

Garip olan rüzgarın sürekli aynı şekilde esmesi olmaz mıydı? Mesela çok sıradan bir gününü düşün. Sabah kalktın, uykunu almış gibisin ama şöyle bir saat daha uyu deseler uyursun. Sırtında hafif bir ağrı var ama onun dışında bir şikayetin yok. Sabahları bu ağrı oluyor nedense. Olağanüstü olmasa da bir kahvaltıda olması gerekenler var. Peynir, zeytin, domates ve hatta bal... Çay da demlenmiş. Tıka basa değil ama güzelce doydun. Bugün traş olmayacaksın, sadece dişlerini fırçaladın ve saçları şöyle bir düzelttin. Bir kot ve kareli lacivert çirkin bir gömlek, ne çok eski, ne de yeni. Sonra işe gittin. Bir iş ne kadar farklı olabilir? Her geçen gün tecrübe sayarına dijital bir puan. Buradan da birşeyler beklememek lazım.

Günün geri kalanını tamamlamadan düşünürsen, günlerdir - evet sadece günlerdir - aynı şeyleri yapıyorsun. Günü tamamlayıp yazmayı düşünmeye bile gücün yok. O zaman senin içindeki rüzgar nasıl aynı şiddette essin değişen hiçbirşey yokken. Değişen hiçbirşey yoksa rüzgarlar değişmek zorunda.

Hayatındaki tek düzelik, rüzgarlarını şiddetlendirebilir ama bu yavaş yavaş olur ve farkettiğinde de acı (ama çok acı değil) bir can sıkıntısı yapar. Serin bir günde serin ya da sıcak bir günde sıcak bir rüzgar gibi, her neyse, öldürmez seni. Belki yıllarca sürerse kafayı yedirebilir. (Yıllarca sürmesi büyük talihsizlik olur.)

Beni ensemden izlemeye devam et, ama bana değil arkaya dikkat et. Ağaçların yaprakları daha da bir şiddetli sallanıyor şimdi. Fırtına desem mi?

Hayatındaki ani olumlu ve olumsuz değişiklikler de önemine göre rüzgar hızını değiştirebilir. İşte buraları gerçekten çok karışık, çünkü öncelikle sen çok karışıksın. Senin için ne çok önemli? En çok kimi veya neyi seviyorsun? Çok tepki versen de tepkisiz de kalsan senin için "Ne tuhaf adam!" diyenler olacak. Unutma hiç rüzgar esmemesi için ufak değişiklikler yapman lazım. Bunu önceki derslerde öğrenmiştik. Çok değiştirirsen, çok rüzgar çıkar ve bu seni mutlu ediyorsa dinginlenirken de mutsuz eder.

Elbette yağmurlu günlerin ardından güneş açacaktır - sıkıntılardan kurtulmak seni memnun edecektir. Halbuki gene beni ensemden ilk izlemeye başladığın anki gibiyiz. O zaman neler hissediyordun? Aynı şeyleri tekrarlıyormuşum gibi gelmesin sana, aslında herşey tamamen aynıyken herşey tamamen farklı artık.

Çok karışık, aynı bir akışkanın ne yapacağını tahmin edemeyeceğin gibi. Sigaranın dumanını üflesen hangi yolu takip eder. Bu konuda ne kadar az şey biliyorsan, tahminin doğru olma ihtimali o kadar yüksek, bu da olsa olsa 10E-24 mertebesinde kabaca hesaplarıma göre.

Hangi oyunu uzun süre oynamayı seversin? Hangisini hiç bir zaman tam öğrenemeyeceksen onu. Eğer sadece rakibini yenmeyi seviyorsan, sende ayrı bir sıkıntı daha var.

Söylediklerin hep teorik, pratikte benim elimde değil ki bütün bunlar dersen haklısın ama sen önce teorisini iyice öğren uygulamasını hiç bir zaman öğrenemeyeceksin nasıl olsa.

O zaman bu konuya çok kafayı takmamak lazım, taksak da bu işin içinden çıkamayacağımızı bile bile takmak lazım.

Yoksa ne olur biliyor musun? Artık çok fazla terlemeye başlarsın ve buz denizinden gelen bir kasırga bile seni serinletemez. Uzattığın güzel saçların terden yapış yapış olurlar, psikoloji ve psikiyatri de dahil hiç bir ilim seni anlayamaz ve de anlatamaz. Bir bakarsın ki aslında en yakınlarına kendini anlatmak daha da zor, tanımadıklarından bir serinlik beklersin. Yaşadığın her mutluluğun daha farkına varamadan, bitmiş olmasının verdiği mutsuzluk üste çıkar ve bunlar sürekli üst üste biner. Artık kendine de söz geçiremezsin, zaman zaman kendini toparlamaya çalışsan da olmaz. Yapışkan saçlarını yolarcasına çeksen de koparamazsın ellerin ve yüzün de yapış yapış...

Halbuki yapılan değişiklikler kimse için bu kadar yıkıcı olmamalıydı

Kimse için böyle olmak zorunda değildi.
...........
(çağı deştiğimde
o yüz
diyor yoruldum -aynalar
gösterebilir mi hiç -bana sonumu
nedensiz başladım oyunculuğa
bitireceğim raslantıyla -oyunumu
dostlarım da
var -intiharlar
her akşam ıslak-yapışkan
saçlarıyla girip odama
paniğimden pay toplarlar)

1 Nisan 2010 Perşembe

kroniker delta

Sus pus olmana gerek yok.

Ateşler içerisinde yatıyordu. Daha önce hasta olduğunu hatırlayabilen yoktur. Herhangi bir ilaç da kullanmaz kesinlikle. Ihlamur, bal, nane, limon, sahlep, portakal... Bunlar sayesinde mi bedeni çok sağlıklıydı? Ya kafası? Hasta olduğunda da işte böyle hasta oluyordu. Ölürcesine.

Annesi bütün gece başındaydı, hastadan hikayeler dinliyordu. Sayıklamak mı bunlar, yoksa hiç bir zaman anlatmaya cesaret edilemeyenler mi?

Acıklı ama eğlenceli (eğlenceli ama acıklı) bir hikaye anlattı. Elbette kimse gülmeyecekti kendisinden başka, ateşler içerisinde kahkaha atan gençten başka.

......

Sabah 07:37'de saati "Sensiz sabah olmuyor" şarkısı eşliğinde çaldı. Nereden çıktı şimdi bu? Aslında o saatini akşam 22:23'e kurmuştu çünkü yola akşamdan çıkması gerekiyordu. Şarkı da "Adını yoldaki taşlara yazdım" olmalıydı. Bu saat "Hüsnü Mübarek" isminde zemberekli bir duvar saati idi ama aynı zamanda guguk kuşu niyetine bir ördek kafasını çıkartıp "uyan ayıcık vak vak" derdi. Bu saatin bu tür sulu şakaları vardı. Ya sahibine benzemişti ya da sahibi ona.

Gece çok geç yatmıştı, saati daha erken bir saate kurmuştu, belki evvele uyanabilirim diye. Yoksa bu bir gece önce miydi? Olayı daha trajik hale getirmek istedi ve "acaba hangi gündeyiz?" diye düşündü. Hangi ay, hangi yıl? Zamanın anlamsızlığı da buradaydı. Hasta olduğu andaydı ya da gerçekten tam zamanında kalkmıştı. Kaç yaşında gibiyse o yaştaydı. İlk anlamlı cümlesini yedi yaşında kurmuşsa eğer, insanlar o yaşına daha uygun bir değer biçselerdi.

Yataktan fırladı ve "çutong!" diye bir ses duydu. Yerdeki gözlüğüne basmıştı gene. Bu yeni nesil dikdörtgen çerçeveli gözlüğünü hiç sevmezdi, hep "keşke kaybolsa" diye hayal ederdi. Küçük çocukların kendisini Harry Potter'a benzetmesine vesile olan yuvarlak çirkin gözlüklerini takması gerekecekti. Yılların emektar gözlüğünün bir sapı ile çerçeve arasındaki tek bağlantısı vida yerine sıkıştırılmış bir kürdandı. Uzun zamandır idare ediyordu. Hemen çok sevdiği gözlüklerini taktı. Gerçi daha da çok sevdiği bir gözlük modeli vardi. Camlar kusursuz daire olmalıydı. Bunu fenni bir gözlükçüye sormuştu, adam da "Olmaz abi! Cam, çerçeve içinde döner." demişti. Pek kafasına yatmadı ama zorlamadı yine de şansını.

Pencereden baktı, kışın ortasında olmalarına rağmen pırıl pırıl bir sabahtı. Biryerlere çok geç kalmıştı, neresi olduğunu tam hatırlamasa da. Hemen hazırlanmaya başladı. O kadar hızlı hazırlandı ki uyandığından daha erkendi saat şimdi. 1986 model ufak bir minibüsü vardı. Anahtarlarını bulamadı, muhakkak babası kendi arabasının anahtarları diye cebine atmıştı. Gülümsedi. Keşke annem ile babamın yanına gidebilsem diye iç geçirdi. Halbuki annesi başından bir an bile ayrılmıyordu. Annesinin elini tuttu, saçlarını okşadı. "Babam nerede?" diye sordu.

Evin önündeki Kamil isimli tekir kedi her zamanki gibi yerindeydi. Burayı terk ettiği görülmemiştir sanki yaparsa yokolacakmış gibi.

Geceydi gene. Bu tuhaflığı farketmemiş gibi yaparak yola koyuldu. Saatlerce yürüdükten sonra yolunun aslında çok uzun olduğunu hatırladı ve geri dönüp bisikletini almaya karar verdi ve tekrar saatlerce yürüdü. 21 vitesli çok güzel bir dağ bisikleti vardı daha yeni almıştı ama eve gidince onun yerinde abisinin kırmızı pinokyosu duruyordu. 21 vitese karşılık 21 yıllık Pinokyo'yu gördüğüne çok sevindi.

Eski dostu alıp yola fırladı, şimdi hava gerçekten kış havasıydı. Saat sabahın 4'ünde pinokyoyu uçarcasına kullandı ve gene tam saat 4'te ilk hedefine ulaştı. Bu soğukta bu sürat suratının bir süreliğine felç olmasına yetti.

Burası kenar bir mahalleydi. Sokakta kimsecikler yoktu sabahın körü olmasından ötürü. İlk karşılaştığı kişi bir kızılderiliydi. Hemen konuya girdi.
- Ugh! Hoooubaartrtrtr Puuaşa Camamamiii nuarede?
- Ne diyorsun birader?
- Gurak gurak gurak
- Türk'üm ben Türk.
(Surat felci kötü birşey) Dudaklarına mukayet olamıyordu. Tam yeniden konuşmaya kalkacaktı ki Geronimo baltasını gösterdi. Mesaj alınmıştı, tabi senden korkmuyorum tavırları koymadan da oradan ayrılmadı.

Bu Hobart Paşa Camii'ni bulması lazımdı. Önce bir kahveye oturdu ve "çauyi" istedi. Kahveci Hanım, "hemen abi" dedi. Çayını beklerken yan masadakilere kulak kabarttı. İsim,şehir, eşya, bitki, hayvan, ülke oynuyorlardı. Bir tanesi "p" harfi ile şehir yok deyip duruyordu. Hala sabahın dördüydü ve bu saatte kahveye gelenlerin garipliklerine şaşırmamak lazımdı belki de.

Dudakları açılmıştı. Kahveci Hanım'a sordu;
- Afedersiniz, Hobart Paşa Camii nerededir?
- Burada Hobart Paşa Camii diye bir cami yok ama isterseniz Hain Ahmed Paşa Camii'ni tarif edebilirim.
- Olur, uzak mı?
- Yok yakın sayılır. Bu yoldan hiç sapmadan 300 km kadar gidin.
- Aaa iyi bari, yakınmış.

Pinokyo'ya atladı ve hızlıca pedal çevirmeye başladı. Pinokyo "Nereye gidiyoruz?" diye sordu. "Yedi - Sekiz Hasan Paşa Camii'ne" diye yanıtladı. "O tarafta benim bildiğim Mübarek Bin Sabah Al-Sabah Paşa Camii var." dedi Pinokyo.

Çok radikal bir karar aldı ve yolu birisine sormaya karar verdi. Kendisi için büyük, insalık içinse önemsiz bu adımı atmak için gördüğü ilk bozacıya yaklaştı ve "Bu yol hangi camiye gider?" diye sordu. "Yedi - Sekiz Hasan Paşa Camii'ne" dedi Bozacı. Pinokyo çok kızdı, "Yanlış biliyorsun!" diye bağırdı. Bozacılar mülayim adamlardır. "Olabilir ağbey, isterseniz başka bir arkadaşa soralım." Hemen az ilerdeki şıracının yanına gittiler. O da bozacı ile aynı fikirdeydi.

Neresiyse orası, nihayet vardılar. Cami avlusunun girişinde كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ yazıyordu. Bereket Pinokyo Arapça biliyordu. "Dediğim Camii burası." dedi. Olsun, girip bir içeri bakacaklardı yine de.

İşte aradığı buydu; Şeytan İbrahim Paşa. Mezarında şöyle yazıyordu.

El Fatiha

Vali-i Budinken İbrahim Paşa kalenin
Virmedi bir taşın itti düşmanı cengile mat
Dediler ana melek reşketti cengi felek
Bulmadı desti kazadan akıbet bir dem necat
Hak tealâ rahmetin efzun edip mağfur ide
Kıldı bin doksanyedi salinde ol gazi vefat etti.

Bu zata Melek İbrahim Paşa demeyi tercih etti - bundan yıllar sonra bu değişikliğin ne kadar yerinde olduğunu öğrenecekti.

O ana kadar farketmediği birini farketti mezarın başında. Pos bıyıklı bu babayiğite yaklaştı, tanımıştı onu ama yine de adını sordu. "Adım Çaka" diye cevapladı Cengaver. Burada ne işi vardı, denizden çok uzaktaydılar. Yanında durmaya yüreği dayanamadı. Sadece sorması gerekenleri soracaktı hemen.

- Çaka, neden burada bekliyorsun?
- Gidecek başka yerim yok.
- Benimle gel o zaman.
- Gelemem. Sadece burada olabilirim.
- Neden?
- Okyanusa ortasına kadar yüzsen, sonra en derine kadar dalsan orada çok güzel balıklar göreceksin. Peki o balıklar şu an oradalar mı? Ben buradayım, çünkü sen buradasın.
- Peki nasıl gideceğim?
- Bildiğin yola devam et. En sonunda bir açık kahverengi, bir de koyu yeşil iki kulube göreceksin. Bunlardan yeşiline gir, her ne kadar sen bunları ayırt edemesen de doğru olana gireceksin.

"Seni gerçekten Kılıçarslan mı öldürttü?" diye soramadı.

Varmıştı, kapının önünde minibüsünü gördü, Kamil de tam yerindeydi. İkide bir şansını kullandı ve koyu yeşil olduğunu tahmin ettiği kulubenin kapısının önünde durdu. Kapıyı üç kere tıklattı ve beklediği gibi annesi karşıladı onu. "Hoşgeldin oğlum" dedi. "Babam burada mı?" dedi hasta. "Evet, burada. Başka nerede olabilir ki?"

......

Gerçekten hasta mıydı? Bu kroniker delta herşeye muktedirdir. Var olanı yokedebildiği gibi, mutlak yokluğa da bir değer verebilir. O olmasaydı, annesine bunları anlatabilir miydi? Evet, her zaman geri dönüş vardır. Kimseyeanlatamayacağınsırların vardır. Ne söylendiyse söylendi artık hepsini geri almak istiyorum.

19 Şubat 2010 Cuma

piyon

Kimya Öğretmeni Kalkan'ı küçük düşürmüştü galiba, ya da belki ona öyle gelmişti. Bir delikanlının nefretini kazanmak bu kadar kolay olmamalıydı. O yaşlarda toplum içerisinde gururunun kırıldığını hissetmek intikam almak için yeterliydi. O gece nöbetçiydi Kimya Öğretmeni, arabası bahçedeydi. "Arabasını yaksak?" dedi Kalkan önce. Bu belki biraz aşırı olabilirdi. En iyisi arabasını devirmek olacaktı. Ancak tek başına bunu yapması şu an için imkansızdı. Bu Rus arabası kaç kilodur? -900- O zaman 7 kişi yetecekti, 1 tanesi gözcü olacaktı.

Bu tür faaliyetler için hazır bekleyen 6 kişi bulmak pek zor olmadı. Büyük zaten kaçıramazdı böyle bir eğlenceyi de, Küçük düşüp ayağını burkmuş camdan inemediği için gelemeyecekmiş, ona biraz üzüldü. Neyse iş gücü açısından sıkıntı çıkmayacak gibiydi. Fakat aralarında hala sağduyulu düşünebilenler vardı. Mesela Ekşi arabayı devirmenin okuldan atılmalarına sebep olabileceğini söyleyip, arabayı ön bahçeden arka bahçeye taşımaya arkadaşlarını ikna etti. Hem biraz daha kolay olacaktı. Öbür türlü devirmek için kalas takozlar bulmak lazımdı. Gürültüden okulu ayağa kaldırmak vardı. Altında kalıp ezilmek vardı.

Gerçi okulu yakmaya çalışanlar dışında kimse atılmamıştı henüz. Daha yeni okulun minibüsü Hamza'yı düz kontakla çalıştırıp gece 2'de müdür yardımcısının kaldığı lojmanın önünde kornaya basa basa gezenler bile uzaklaştırmayla yırtmışlardı. Kimya laboratuarındaki bütün sodyumu patlatarak bütün binayı gaz ve toz bulutu içinde bırakanlardan okul yönetiminin haberi bile olmamıştı.

Kalkan'ın liderliğinde 5 nefer ve 1 gözcü operasyona çıkıldı. Eralp gözcüydü, sessiz yürüyüşüyle okulun köpekleri dışında gece boyu onu kimse farketmeyecekti. Altan ise gecelerin vazgeçilmez avcısıydı, tecrübesinden faydalanmak lazımdı. Şair ruhlu Doci ise fazla konuşmaz işini yapardı sadece. Büyük kaba iş gücü, Ekşi ise olumlu yaklaşımlarıyla moral kaynağıydı. Aralarında Yaşar adında birisi vardı farklı olarak. Kimyada okulun en iyi öğrencisi, hocanın da gözdesi Yaşar...

Yaklaşık 4 saatlik ince bir çalışmanın ardından okulun ön bahçesindeki araç arka bahçeye taşındı ve üstü bir gün önce akşam yemeğinde çıkmış olan pırasanın kabuklarıyla kapatıldı. Temiz bir iş olmuştu. O gece 3 saatlik de olsa güzel bir uyku çekti hepsi.

Sabah çok şiddetli başladı, omuzdan çıkan Osmanlı tokatları olaydan habersiz bir arkadaşı birkaç kere duvarlara yapıştırdı. Büyük sadece bir kafa yemişti, kendini şanslı hissetmesi gerekiyordu.

Potansiyel suçlular listesi 15 kişilikti ve 6/7 listeye girmişti. İtiraf kaçınılmazdı.

Okulun sevilen müdür yardımcısı, kimya öğretmeninden özür dilenmesini şart koştu.

Yapılması gereken yapıldı elbette: Hoca uzun uzun herkesin suratına baktı.
"Sen, sen, sen, sen ve sen... Zaten sizlerden bekliyordum. Fakat Yaşar; sen sadece bir piyonsun."

Ancak...

....................
yerine göre piyon da bir tufandır

içinde hep bir vezir sürekli mahzun
düz gider çapraz vurulur ve uzun uzun
günbatımlarını çağrıştırır
....................

20 Ocak 2010 Çarşamba

tsuru no sugomori

Fuseki(1): Bu sabah uyandığımda yeni bir oyun, yeni bir başlangıç olabilir mi diye düşündüm. Artık bu fikre çok kaptırmamak gerektiğini biliyordum, kaç kere yeni bir oyuna başlamıştım ve bir öncekinin üzerine pek de bir şey koyamamıştım ama yine de başka çare de gözükmüyordu devam edebilmek için - hem belki bu sefer handikap da verirdi. Esas boş tahtaların bu yanı çok hüzünlüydü. İnsan bir gün sonra nasıl daha da kötü oynayabilirdi? Sadece bunalımlarda ilerleme kaydettim yıllarca, artık yorulmuştum. Sonuçta rakibim 9 dan'lık bir profesyoneldi ve joseki(2) oynamakta üzerine yoktu, ben bir tanesini bile doğru dürüst öğrenememişken.

Zayıf taraf olarak siyah taşları aldım elime, ilk hamleyi ben yapacaktım. Zaten o neden başlayacaktı ki? Benimle oyun oynamak gibi bir derdi olamazdı milyarlarca başka rakibi varken. Herşey kusursuz gitse de oyunun sonunda yenişemesek dahi komi(3)'si vardı dengeleri onun lehine bozacak.

Tengen(4)'den açtım oyunu olağandışı bir şekilde. Zaten bütün oyunlarım o kadar olağandışıydı ki dikkatli bakmayınca hepsi aynı gibi gözükürdü. Parmaklarımdaki ter taşın üstündeydi, beyaz olanının parmakları terlemezdi, terlese de belli olmazdı.

Herşey her zamanki gibi başlamış gibi başladı yine de -bu kısımlardaki farkları anlamak için usta olmak gerekir- parlak yıldız pek de beklediğim etkiyi yapmamıştı. İşler nasıl gidiyor pek bilemiyordum, iyi gibiydi ama aslında kötü müydü ya da neydi olayımız, önceden kafamda kurduklarım gerçekten oluyor muydu? Dışardan dimdik çok sağlam gözüktüğümü biliyordum; en azından bu duruşumdan vazgeçmemem gerekirdi. Çünkü en sonunda elimde sadece bu kalıyordu. Şimdiden bunları düşünmemek lazım.

Zaten hepimize böyle olmaz mıydı? Olan bitenin farkına vardığımızda iş işten çoktan geçmiş olurdu. Geçmemiş olsa da kaçımız en baştaki azmi tekrar gösterebilirdi? İşte bu yüzden her gün - yeni bir saldırı, her pazartesi - yeni kuralları olan bir taktik, her defter - daha düzenli doldurulmuş emirler, her tanıdık - silah arkadaşı, her mekan - yeni bir cephe, her yıl - yeni bir strateji olmak zorundaydı. Hem güçlü, hem çevik olunmak zorundaydı.

Söyleyin bana ben nasıl seveyim fusekileri? Anlamadığım bir şeyi nasıl seveyim? Dengeli oynayıp göreceli başarılar mı elde etsem? Hiç grubum ölmedi diye mi sevinsem? En sonunda toprağa gideceksek, mezar taşımda bir dolu ünvan yazsa ne olacak?

O zaman bir an önce birşeyler yapmalı ve bu fuseki safhasından kurtulunmalıydı. En azından bu benim elimdeydi - o bu tür şeylerde rakibine kısıtlama getirmezdi - her ne kadar mağlubiyet kati olsa da bari bu şekilde olmalıydı.

Tesuji(5): Artık farkında hamleler yapma vakti gelmişti. Başlangıç hayalleri bitmişti ve bunların sadece hayal olduğunu anlama çilesinin etkileri zayıflamıştı. Bir çok yerde yerel mücadelelerimiz oldu. Bunlardan teker teker karlı çıkmıştım ama yeterli değildi. Daha büyük hamlerler yapmam gerekliydi belki de. Mesela mesleği bırakıp bir kitapçı açabilirdim ya da çoluk çocuk Nepal'e taşınabilirdik. Gerçi bunlar bile onu şaşırtmazdı, oyun disiplininden koparmazdı. Ne de olsa sente(6) hep ondaydı. Hayatımın volesini vurdum(!), artık bu beni bir süre idare edecekti, önemli olan kalıcı olanları bulmaktı. Ya da birşey bulmak değil, herşeyi olduğu gibi kabul edebilmekti. Romantizm de budur herhalde. Sevdiğinin daha iyisi veya daha kötüsü olamayışıdır, tasnif dışı ve tek.

Belirsiz bir süre geçti. Fusekiyi unutmuştum çoktan, halbuki o başta yıllar uzunluğunda saatler ve sonra saatler uzunluğunda yıllardı. Ne kadar güçlü olursam olayım, tesujilerim hayal gücüm kadardı ve bir anda bitti.

Furikavari(7): Karşı tarafı olayı biraz daha ciddiye alır görmek memnun etti. Siyah taşlarım giderek beyazlaşmıştı da, onun beyaz taşları da siyahlaşmıştı. En iyi bildiğim renk gri kapladı heryeri. Hangi taş kimindi dışardan ayırt etmek artık imkansızdı ama ne ben, ne de o başkasının hamlesine sahip çıkacak değildik. Her ne yaptıysam kendim yapmıştım. Fakat yine de nasıl olduysa çok sevdiğim yeşil çayırlarım onun elinde, hep tuhaf tuhaf imrenerek baktığım karlı dağları benim elimdeydi. Ah sevgili moyo(8)'larım! Sizden bu kadar kolay vazgeçilebilir miydi? Bu furikavari, insanın kaderine razı olması için vardı herhalde. Ne kadar güzel olursa olsun, ilk kez senin olmaması içinde kalmaz mıydı? Boşanmış bir kadınla evlenebilir miydin? Yetimhaneden aldığın bir çocuğu yavrum diye sevebilir miydin? Olmaz deme.

Sanki işler ters gitmeye başlamıştı. Şu an tahtada tam bir eşitlik olsa da, biliyordum işler ters gitmeye başlamıştı. Neden ama, herşeye en baştan başladığını düşünsene. Başta da eşittiniz, şimdi de. Keşke hep tüm oyun boyunca alanlarımızı değişip dursak da oyun sonuna umutlu girebilsem. Furikavarileri bu kadar seveceğim kimin aklına gelirdi? Her zaman biraz daha azına insan ikna olabilirdi çünkü.

Damezumari(9): Tahtadan çıktık ve mücadelemize okyanusta devam ettik. Onlarca solungacım vardı, birkaç tanesini tıkadı. Aptal kafa hep aynı şey işte. Benim solungaçlarım ellerimdeydi, onunkileri kapatırken kendiminkiler de kapandı. Kapandı, kapandı... En son hiç nefes alamıyordum. Damezumari... nefesim veya özgürlüğüm hep bir tane eksikti. Kar yağınca bizim köyün yollarının hepsi kapanırdı da, onun köyüne giden en az bir yol hep vardı. Keşke en azından mahsun bir ko(10)'ya umut bağlayabilseydim ya da beraberce seki(11)'lerimize çiçekler ekseydik birimize mezar olacağına. Tatlı bir aji(12) bıraksaydım...

Olağan oynamaya çalışsam olmuyordu, olağandışıyı denesem olmuyordu. Aslında her oyun olağan-aşırıydı. Hepsinin kendi kaderi vardı ve sadece ufacık ayrıntılarda birbirlerine benzerliklerinden söz edilebilirdi. Yeniyi tanımlamak için hemen daha önce bildiğimiz eskiye benzetmek hastalığından kurtulmak lazımdı öyleyse. Her yeni tanıştığımız bizim için bir yönden değişikti ki, ses tonu bir garipti, yazısı bir hoştu, su içişi çirkindi, çorap giyişi kabaydı. Bunların hiçbirinde tariflemeye değer birşey yoksa o zaman da ne kadar düz bir insandı. Sıradan olması onu yeterince sıradışı yapabiliyordu.

Hayatım boyunca her zaman bir adım gerideydim, bir nefesim eksikti ve bunun böyle olması gerektiğini kabul edecek gibiydim artık. Acaba oyunun sonuna ben önde girseydim ne olurdu?

Tsuru no sugomori(13): Bundan böyle bütün hamleler kaçıştı. Taşlarım simsiyahtı ve gitgide ufalarak tahtada belli belirsiz bir nokta halini aldılar. Beyaz taşlar ise gözlerimi kamaştıracak kadar parlaktı artık. Şimdiden bir sonraki oyun diyecek kadar ahmaktım. İnsanların benden çok beklentisi olmamalıydı en başından beri. Bu şimdi mi söylenir? Kaçtım ama artık arkamdan kovalamıyorlar kaçtığım yeri ele geçiriyorlardı. Bu tsuru no sugomoriler neden hiç benim tarafımda olmuyorlardı?

En azından uzun ve acı dolu açılışlardan sonra idamım hızlı olacaktı.

Yose(14): Oyun sonuna hiçbir zaman akl-ı selim giremedim. Son anda birşeyler olabilirdi ama hiçbir zaman çok da büyük şeyler olamazdı. Geçmişte olup bitenleri bir anda omzumdan atabilir miydim? Dame(15)leri dolduracak gücüm yok, mazur görün. Alanları saymak yerine terk etmek daha yerinde olacaktı o vakit. Zaten müsabakaya başlamadan terk etmemiş miydim? Bir oyun daha bitmişti ve gece rüyamda sürekli atari(16)'lere düşüp kaçacaktım.

......

Fuseki:

......


(1)Fuseki: Go oyununun tüm tahtaya yayılan açılış kısmı.
(2)Joseki: Siyah ve beyaz için eşit menfaat sağlayan hamleler silsilesi.
(3)Komi: Siyahın oyuna başlama avantajını dengelemek için beyaza oyun sonunda eklenen puanlar.
(4)Tengen: Kutup Yıldızı. Go tahtasının 10x10 noktası, orta noktası.
(5)Tesuji: Yerel bir mücadeledeki kıvrak, akıllıca hamle.
(6)Sente: Hamle inisiyatifini elde tutma.
(7)Furikavari: Alanların karşılıklı el değiştirmesi.
(8)Moyo: Mesafeli taşlarla çevrili potansiyel geniş alan.
(9)Damezumari: Nefesin eksik kalması.
(10)Ko: Sonsuzluk. İki tarafın birer taşı sürekli birbirinin aynı biçimde yemesiyle oluşacak kısır döngü.
(11)Seki: Birlikte yaşam. Taraflarının her hangi birinin hamle yapmasının kendi ölümüne sebep olacağından, o bölgeye hamle yapılmaması ve beraber yaşamaları.
(12)Aji: Ölü taşların bıraktığı potansiyel tehlike.
(13)Tsuru no sugomori: Tehlikeli bir durumdan kaçmaya çalışırken, kaçış yoluna yapılan mesafeli hamleler sonucu kapana sıkışmak.
(14)Yose: Oyun sonu.
(15)Dame: Değeri olmayan noktalar.
(16)Atari: Bir grup taşı tek nefeste bırakan anlık tehdit.

16 Ocak 2010 Cumartesi

at yarışı günlükleri

"Atlar start gerisinde toplanmaya başladı. 1 numaralı Erkanoğlu, Taner Gülerce ile, 2 numaralı Melihcan, Küçük Emrah ile, 3 numaralı Sönmezhan, Gökay Karataş ile, 4 numaralı Tosuneyli, Tanju Tosun ile, 5 numaralı Emirtay, Akil Başoğlu ile, 6 numaralı Bahadır 2, FeFe ile, günün 2100 m kumda yapılacak üçüncü koşusuna katılacaklar. Daha önceden Kamil Hanım, Umutcan, Leventtay, Aslıhan Gündüz, Hüsso ve Yavuzkağan da bildiğiniz gibi Komiteler Kurulu kararıyla yarıştan çıkarılmıştı."

Gebze'de bir yerel gazetede at yarışı köşe yazarı olan yatakhane sakini, garibanların umut kapısı olmuştu. Bu arkadaşın tüyolarıyla onlarca kişi uzun bir süre at yarışı oynadı. At yarışları ders saatine rastgelir, walkmanlerle ders anında canlı dinlenirdi. Şanslıysak, tenefüste kantindeki televizyonda izlerdik. Aramızdan bir miktar para kazananlar oldu ama hiç kimse altılı tutturamadı.

"At yarışı salgını herkese yayılmıştı. Artık dönüş yoktu. Koşu 1600 m'dir. Pist çamurlu. Badraslı'nın yanına at tanımıyorduk. Yarış sonrası küfürü yiyen yine Karataş'tı. Başımıza ne gelse ondan biliyorduk."

Daha sonra Kıbrıs'ta askerdeyken bu arkadaşla karşılaştım. Evlenmiş, eşiyle tatile gelmişler.

"Son viraj dönüldükten sonra Erkanoğlu 2-3 boy farklı liderliğini korurken hemen dışından Tosuneyli ve bunların da içinden bariyer dibinden dönmeyi tercih eden Emirtay atak yapmaya çalışırken,...biz artık sınıftaydık. Herkes sprinte kalkmaya çalışırken biz kıpırtısız bekliyorduk. Aramızda hala tam bir belirsizlik vardı."

Böyle bir dönemde onunla karşılaşınca daha iyi anladım. Kendimizi kandırmaya gerek yoktu. Sürekli bir at yarışı içine çekiliyorduk ama böyle olması şart değildi. At yarışı uzmanı sanki kendisi öyle yapmamıştı. Hayatımızda planlar olmadan, yüksek belirsizliklerle de yaşayabilirdik aslında.

"İç kulvardaki Emirtay müthiş bir şekilde  sprinte kalkarken liderliği de alıyor, 5 hatta 6 boy fark yapıyor. Dıştan gelen Tosuneyli ikinci, son atağıyla Melihcan üçüncü ve Erkanoğlu da dördüncülükte kalıyor. Daha önce belirttiğimiz gibi Sönmezhan jokeyini düşürmüştü."