insan ayarlı

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Cerro Torre'ye küsmek

O, yarı hayali, yarı gerçek olduğundan yazılanlar yazanı da okuyanı da bağlamaz.

İlk intibalar genelde yanlış olsa da bu sefer için doğru olduğuna inanılmak isteniyordu nedense.

Bir sabah on saatlik uykusundan uyandığında ve hala çok uykuluyken Cerro Torre'ye tırmanmaya karar verdi. Bunun kimsenin daha önce başaramamış olması hiç bir şeyi değiştirmeyecekti. "Yani" dedi sadece bunu duyunca. Böyle diyen birisine gitme denilebilir mi? Yüzerek gidecekti de -başaramayacağından değil- çok vakit alacağından vazgeçti son anda. Arjantin'e sağ salim varınca tırmanmaktan da vazgeçti. Vazgeçmelerini sevdi bazıları da, vazgeçirilmelerini değil ama. Hüzünlü olan da buydu. Kim olursan ol, ne anlatırsan anlat öncelikle kendisi bir görmeli, kendisi karar vermeli. Bunlar mutluluk göz yaşları.

İstemenin sonuçları onun için inanılmazdı da istemek dediğin işte o kadar kolay birşey değildi. Aslında buraya kadarki tuhaflıklar kabul edilebilir mertebedeydi. Ne insanlar vardır, daha neleri neleri kabul edebilirlerdi.

Sonuçta Cerro Torre'nin tepesinde dans etmeyi hayal eden birisinde biraz alınganlık şaşırtmamalı. Başaramasa da başardığında neler olacağını görebiliyor. Tabi diyebilirler gel Ilgaz'ın tepesinde dans et. Hem dağ, hem dans Arjantin'den olmasın. Bunda bile az da olsa öngörülebilirlik var çünkü, ona yakıştırmazlar.

Cerro Torre'ye tırmanmak imkansız, tırmanılsa da tepesinde dans etmek imkansız. Bu imkansız görev için yanına kimi alacak? Yanına alabileceği kimsesi yok. Onun için üzülmeli mi yoksa olması gereken bu mu demeli? Yalnızlık denilen böyle birşey mi? Herkeste bir yalnızlık ama bu biraz farklı.

Ona bıraksak herşeyi yeniden yazacak. Ona bıraksak? Keşke ona bıraksak. En sonunda sadece  sağlam dağlar ayakta kalabilirdi ona bıraksak. Peki ya Cerro Torre'ye tırmanamazsa ona küser mi? Cerro'nun haberi olur mu? İnsanların haberi olur mu?

......

insan neyi anlatabilir? insan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz."
A.H.T./S.A.E.


......

19 Mayıs 2010 Çarşamba

benintermodinamiksonu

Evrensel yasalar sinir bozucu olabiliyor.

Tam olarak sebebini kendisinin de bildiğini zannetmediğiz bir şekilde "Algoritma" kaleci olmaya karar vermişti. Muhtemelen bu sadece bir deneydi ve deneyin başarısızlık derecesi merak ediliyordu kendi ve kendi gibiler tarafından. Kendine seçtiği isim de -kendi seçtiği için- şu an yaşamakta olduğumuza hiç uygun değildi. Algoritma iyi bir kaleci olamazdı çünkü o ilk bakış hayatımızda anlamsız gibi gözüken yasalara tamı tamına sadıktı. Şu anda literatürde sıfırıncı yasaya rastlayabilsek de kendisi çoktan eksi bilmemkaçıncı yasayı anlamakla meşguldü.

Bu kadar fazla belirsizlikle kaleciliğe başladı ve her geçen an belirsizliğinin belirsizliği ve düzensizliği artarak arttı. (Kaleci dediğin istikrarlı olmalı) Zaten o da bunu görmek istemiyor muydu? Evet, bu devirde bunlar para etmiyor. Peki bu devir çok mu birşey? Daha tüm evrenin mutlak düzensizliğe geçip tamamen ısıya dönüşmesine vakit var. Öyleyse bu devirde kalecilikte yapılamayacaklar aslında tüm evrende yapılabilecekler hakkında fikir vermekte

mi

?

Algoritma, bunun farkında mı?

18 Mayıs 2010 Salı

duyarsızlığın tarihçesi

Islak ve yapışkan aynı zamanda çok da soğuk bir sabahtı. Otobüste her zaman bir kişilik daha yer olduğunu bilen "dışardakiler" ile bunun tersini iddia eden "içeridekiler" arasındaki ezeli rekabet homurdanmalar ve bazı ufak atışmalarla devam ediyordu. Bu durumu son derece soğukkanlılıkla izleyen şöför, halk ile muhatap olarak, çok sağlam bir temele oturtmuş olduğu karizmasını resetlemeye niyetli değildi.

Şimdi metrekarede en az yedi kişi olacak şekilde ve herhangi bir yere tutunma ihtiyacı duymadan ayakta durabiliyorlardı. Cep telefonu icat olunalı uzun zaman olmasına rağmen otobüste cep telefonu olmayan onbir aylık bir bebek ve yetmişdört yaşındaki nine sayılmazsa, bir tek kendisi vardı. Sabah'ın bu saatinde somurtkan bir kızın telefonu çaldı, bu melodi bir anda otobüste korku dolu soğuk bir rüzgar estirdi. Anlaşılan tamamen sohbet amaçlıydı bu sabahın  körü araması ve kızın suratında meydana getirdiği olumlu(!) değişikliğe oldukça şaşırdı. Alt kat komşusu da uzun süre kendisi için gizemini korumuştu mesela. İkisini benzetti bir an. Her zamana uzun pardesü giymesi, hiç gülmemesi, kalın, uzun ve güzel bıyıkları, kısa ama hızlı adımlar atması, kendisi gibi sabah erken çıkıp gece geç gelmesi ve belli belirsiz günaydın'ı ile Battal Gazi ile Darth Vader karışımı bir prestiji vardı üzerinde. Sonra çok sevilen apartman toplantısında konuşma imkanları oldu ilk ve adamın aslında radyo programcısı son derece cıvık birisi olduğunu gördü. Belki bir kez daha oturup konuşsalar bu sefer de cıvık ama içli bir adam olduğunu düşünecekti. Halbuki biz sizi müsteşar yardımcısı zannetmemiş miydik?

Duyargaları açık duyarlılar tarafından sabah muhabbetbazı kızcağız sert bir şekilde bertaraf edildi elbette. Uzun bir süre "Ne kadar düşüncesiz insanlar var cık cık cık" sesleri de devam etti. Uçurum kenarında yokuş aşağıya 185 km süratle giden bir araçta olsa ve yanındaki cep telefonu ile konuşsa dahi uyarmak onu için imkansıza yakındı. Daha geçen gün yanında nükleer bomba patladı da kalkıp iki adım öteye kaçmadı.

Eve geldiğinde ulusal televizyonda gene bilgilendirici bir program vardı. Programın tek amacı araçlarda cep telefonu kullanımının riskleri üzerine halkı bilinçlendirmekti. Sunucu önce bir açılış konuşması yaptı ve araçlarda cep telefonu kullanmamamız gerektiğini anlattı ve elektromanyetik alan dalında uzman bir profesör bağlandı telefona. Sunucu hanım; "Cep telefonlarının araçların fren sistemlerinde ne kadar zararlı olabildiğini biliyoruz, halkı bilinçlendirmek adına sizin görüşlerinizi de almak istedik." dedi. Profesör; "Cep telefonlarının araçlarda kullanılmasının hiçbir sakıncası yoktur, ben hep kullanıyorum." dedi. Bunun üzerine sunucunun suratında çeşitli gerilmeler ve renk geçişleri yaşandı. Profesör bu konudaki ısrarlı tavrını korudu ve program apar topar bitirilmek durumunda kaldı.

Şimdi ne geçti eline? Koca bir hiç! Cep telefonu ile konuşanı uyaranları uyarmak lazımdı belki de tabiki bunu da yapmayacaktı. Tepki vermemekte en zorlandığı sinemada korku filmlerine gülenler oluyordu ama bu konuda da başarılı olmuştu yıllardır. Sırada öne kaynamalar ise çok olağandı onun için. Yapmayana ayıp!

Bu tarz şeyler çok mu bayağı, ya da kendisi mi çok bayağı? Yere çöp atmazdı da atana da bakmazdı ya da Yeşil Barış ile balina avcıları ile mücadele etmeye niyeti yoktu her türlü hayvanat ile iyi anlaşabiliyor olmasına rağmen. Ozon tabakası delinmişti ya da sokak çocuklarının yardıma ihtiyacı vardı. Belki artık bir yerden başlamak gereklidir.

Duyarsızlığın tarihçesi bundan ibarettir. Ne olursa olsun, yapılanlar her zaman birileri için boş olmaya mahkumdur. Yoksa çok mu duyarlıydı da tezatlar üzerine kurulu bu dünyada tam tersi gibi hissediyordu kendini?

20 Nisan 2010 Salı

a.r.d.

Beş yaşında ve sakin.

Sekiz aylık kardeşinin başında anne gelinceye kadar beklemesi gerekiyor. Bu sorumluluk hissi nereden geliyor bilinmez. Bu kendisine benzemeyen renksiz suratlı bebek uyanabilir. Gerçi uyansa ne olacak? Ne yapabilir ki? Eve biri girse bu sırada ona karşı koyabilir mi? Önemli olan, nöbet yerinin kayıtsız şartsız terk edilmemesi. Onun kardeşi, kışlada rütbe olarak tek astı çünkü. Sahip çıkması lazım. Kardeşler sevilmez ya da kıskanılırmış ilk önce. O muhakkak seviyordu kardeşini. Pek de benzemiyorlardı hani, bu yeni eleman böyle sarı saçları sarı kaşlarıyla, kendi gür siyah saçlarına biraz tezattı şimdilik.

Kardeşine karşı günlük sorumluluklarını üşenmeden, sıkılmadan, şikayet etmeden yerine getirirdi ve bunu görevi benimsediğinden yapardı, anne-baba söylediği için değil. Yaşına göre suratı çok gülmese de, hep az konuşup, sakin yaşasa da nihayetinde o da bir çocuktu. Oyuncakları vardı, az sayıda ama uzun ömürlü, ufaklık oynama çağına gelince seve seve ona verdi oyuncaklarını. Ufaklığın olayı oyuncakları önce güzelce bir kırıp sonra oynamaktı. Buna da kızmazdı madem öyle seviyor, öyle oynasın.

Abi-kardeş arasında hiçbirşey iki tane olmadı, bir tane ikisine de hep yetti. Kırmızı kadife kıyafetleri vardı ikisinin çok benzer, onu beraber giydiler sonra abinin kadifeye dokunamama sorunu baş gösterdi de evdeki kadife koltuklar atıldı, şeftaliler hep soyularak yenildi.

Yan apartmanda adını şimdi ikisinin de hatırlayamadığı bir hergele vardı, bu hergele ufaklığı pataklayınca, abi de onu pataklardı.

Bir gün abi sokağa misket oynamaya çıkacakken, anne hava soğuk diye abiyle birlikte gitmek isteyen ufaklığa izin vermedi. Bunun üzerine ufaklığın yeri göğü birbirine katma girişimi, abinin "o zaman ben de çıkmıyım" kararıyla son buldu. Beraber evde misket oynadılar.

Sonra abi iyi bir okul kazandı, daha 11 yaşındayken yatılı okula gitti, ufaklık yalnız kaldı. Baba, ödül olarak Pinokyo bisiklete ilaveten bir de Commodore 64 aldı. Sadece haftasonları gelirdi abi, neler yaptığını anlatırdı. "Cağaloğlu" diye bir semt vardı, onların evinden iki otobüsle gidilirdi. Abi oraları gezmiş, iyice öğrenmiş. Sonra bir kere sinemaya gitmiş, kendisini de götürmeye söz verdi. Bilgisayarı kurarken anlattı bunları. Bilgisayarda hep kardeşin sevdiği oyunlar oynanırdı. Meğer Commodore 64'ler televizyonları bozarmış, televizyon ilk açıldığında 10 dakika görüntü abuk subuk gelirdi.

Baba bir gün portakal rengi Anadol araba aldı. Abi ile koşa koşa arabaya bakmaya indiler. Çok güzeldi! Baba rengine pembe demişti gerçi. Binde onüç eğimden daha dik yokuşları çıkamazdı portakal rengi Porşe'ye benzeyen Anadol.

Abi ortaokuldayken Almanya'ya geziye gitti ve gene gelmiş geçmiş en kıyak uzaktan kumandalı arabayı kardeşe aldı.

Yıllar böyle geçti, yine de değişen birşey yok, abi ufaklığı hala kolluyor. İnsanın arkasında abisi olması güzel. Keşke ufaklık da abilik yapabilse birilerine.

Abiler ve erkek kardeşler, bazen biraz mesafeli gibiymiş gibi olabilirler ama olsun. Nihayetinde en son kardeşler beraber kalıyor.