Sus pus olmana gerek yok.
Ateşler içerisinde yatıyordu. Daha önce hasta olduğunu hatırlayabilen yoktur. Herhangi bir ilaç da kullanmaz kesinlikle. Ihlamur, bal, nane, limon, sahlep, portakal... Bunlar sayesinde mi bedeni çok sağlıklıydı? Ya kafası? Hasta olduğunda da işte böyle hasta oluyordu. Ölürcesine.
Annesi bütün gece başındaydı, hastadan hikayeler dinliyordu. Sayıklamak mı bunlar, yoksa hiç bir zaman anlatmaya cesaret edilemeyenler mi?
Acıklı ama eğlenceli (eğlenceli ama acıklı) bir hikaye anlattı. Elbette kimse gülmeyecekti kendisinden başka, ateşler içerisinde kahkaha atan gençten başka.
......
Sabah 07:37'de saati "Sensiz sabah olmuyor" şarkısı eşliğinde çaldı. Nereden çıktı şimdi bu? Aslında o saatini akşam 22:23'e kurmuştu çünkü yola akşamdan çıkması gerekiyordu. Şarkı da "Adını yoldaki taşlara yazdım" olmalıydı. Bu saat "Hüsnü Mübarek" isminde zemberekli bir duvar saati idi ama aynı zamanda guguk kuşu niyetine bir ördek kafasını çıkartıp "uyan ayıcık vak vak" derdi. Bu saatin bu tür sulu şakaları vardı. Ya sahibine benzemişti ya da sahibi ona.
Gece çok geç yatmıştı, saati daha erken bir saate kurmuştu, belki evvele uyanabilirim diye. Yoksa bu bir gece önce miydi? Olayı daha trajik hale getirmek istedi ve "acaba hangi gündeyiz?" diye düşündü. Hangi ay, hangi yıl? Zamanın anlamsızlığı da buradaydı. Hasta olduğu andaydı ya da gerçekten tam zamanında kalkmıştı. Kaç yaşında gibiyse o yaştaydı. İlk anlamlı cümlesini yedi yaşında kurmuşsa eğer, insanlar o yaşına daha uygun bir değer biçselerdi.
Yataktan fırladı ve "çutong!" diye bir ses duydu. Yerdeki gözlüğüne basmıştı gene. Bu yeni nesil dikdörtgen çerçeveli gözlüğünü hiç sevmezdi, hep "keşke kaybolsa" diye hayal ederdi. Küçük çocukların kendisini Harry Potter'a benzetmesine vesile olan yuvarlak çirkin gözlüklerini takması gerekecekti. Yılların emektar gözlüğünün bir sapı ile çerçeve arasındaki tek bağlantısı vida yerine sıkıştırılmış bir kürdandı. Uzun zamandır idare ediyordu. Hemen çok sevdiği gözlüklerini taktı. Gerçi daha da çok sevdiği bir gözlük modeli vardi. Camlar kusursuz daire olmalıydı. Bunu fenni bir gözlükçüye sormuştu, adam da "Olmaz abi! Cam, çerçeve içinde döner." demişti. Pek kafasına yatmadı ama zorlamadı yine de şansını.
Pencereden baktı, kışın ortasında olmalarına rağmen pırıl pırıl bir sabahtı. Biryerlere çok geç kalmıştı, neresi olduğunu tam hatırlamasa da. Hemen hazırlanmaya başladı. O kadar hızlı hazırlandı ki uyandığından daha erkendi saat şimdi. 1986 model ufak bir minibüsü vardı. Anahtarlarını bulamadı, muhakkak babası kendi arabasının anahtarları diye cebine atmıştı. Gülümsedi. Keşke annem ile babamın yanına gidebilsem diye iç geçirdi. Halbuki annesi başından bir an bile ayrılmıyordu. Annesinin elini tuttu, saçlarını okşadı. "Babam nerede?" diye sordu.
Evin önündeki Kamil isimli tekir kedi her zamanki gibi yerindeydi. Burayı terk ettiği görülmemiştir sanki yaparsa yokolacakmış gibi.
Geceydi gene. Bu tuhaflığı farketmemiş gibi yaparak yola koyuldu. Saatlerce yürüdükten sonra yolunun aslında çok uzun olduğunu hatırladı ve geri dönüp bisikletini almaya karar verdi ve tekrar saatlerce yürüdü. 21 vitesli çok güzel bir dağ bisikleti vardı daha yeni almıştı ama eve gidince onun yerinde abisinin kırmızı pinokyosu duruyordu. 21 vitese karşılık 21 yıllık Pinokyo'yu gördüğüne çok sevindi.
Eski dostu alıp yola fırladı, şimdi hava gerçekten kış havasıydı. Saat sabahın 4'ünde pinokyoyu uçarcasına kullandı ve gene tam saat 4'te ilk hedefine ulaştı. Bu soğukta bu sürat suratının bir süreliğine felç olmasına yetti.
Burası kenar bir mahalleydi. Sokakta kimsecikler yoktu sabahın körü olmasından ötürü. İlk karşılaştığı kişi bir kızılderiliydi. Hemen konuya girdi.
- Ugh! Hoooubaartrtrtr Puuaşa Camamamiii nuarede?
- Ne diyorsun birader?
- Gurak gurak gurak
- Türk'üm ben Türk.
(Surat felci kötü birşey) Dudaklarına mukayet olamıyordu. Tam yeniden konuşmaya kalkacaktı ki Geronimo baltasını gösterdi. Mesaj alınmıştı, tabi senden korkmuyorum tavırları koymadan da oradan ayrılmadı.
Bu Hobart Paşa Camii'ni bulması lazımdı. Önce bir kahveye oturdu ve "çauyi" istedi. Kahveci Hanım, "hemen abi" dedi. Çayını beklerken yan masadakilere kulak kabarttı. İsim,şehir, eşya, bitki, hayvan, ülke oynuyorlardı. Bir tanesi "p" harfi ile şehir yok deyip duruyordu. Hala sabahın dördüydü ve bu saatte kahveye gelenlerin garipliklerine şaşırmamak lazımdı belki de.
Dudakları açılmıştı. Kahveci Hanım'a sordu;
- Afedersiniz, Hobart Paşa Camii nerededir?
- Burada Hobart Paşa Camii diye bir cami yok ama isterseniz Hain Ahmed Paşa Camii'ni tarif edebilirim.
- Olur, uzak mı?
- Yok yakın sayılır. Bu yoldan hiç sapmadan 300 km kadar gidin.
- Aaa iyi bari, yakınmış.
Pinokyo'ya atladı ve hızlıca pedal çevirmeye başladı. Pinokyo "Nereye gidiyoruz?" diye sordu. "Yedi - Sekiz Hasan Paşa Camii'ne" diye yanıtladı. "O tarafta benim bildiğim Mübarek Bin Sabah Al-Sabah Paşa Camii var." dedi Pinokyo.
Çok radikal bir karar aldı ve yolu birisine sormaya karar verdi. Kendisi için büyük, insalık içinse önemsiz bu adımı atmak için gördüğü ilk bozacıya yaklaştı ve "Bu yol hangi camiye gider?" diye sordu. "Yedi - Sekiz Hasan Paşa Camii'ne" dedi Bozacı. Pinokyo çok kızdı, "Yanlış biliyorsun!" diye bağırdı. Bozacılar mülayim adamlardır. "Olabilir ağbey, isterseniz başka bir arkadaşa soralım." Hemen az ilerdeki şıracının yanına gittiler. O da bozacı ile aynı fikirdeydi.
Neresiyse orası, nihayet vardılar. Cami avlusunun girişinde كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ yazıyordu. Bereket Pinokyo Arapça biliyordu. "Dediğim Camii burası." dedi. Olsun, girip bir içeri bakacaklardı yine de.
İşte aradığı buydu; Şeytan İbrahim Paşa. Mezarında şöyle yazıyordu.
El Fatiha
Vali-i Budinken İbrahim Paşa kalenin
Virmedi bir taşın itti düşmanı cengile mat
Dediler ana melek reşketti cengi felek
Bulmadı desti kazadan akıbet bir dem necat
Hak tealâ rahmetin efzun edip mağfur ide
Kıldı bin doksanyedi salinde ol gazi vefat etti.
Bu zata Melek İbrahim Paşa demeyi tercih etti - bundan yıllar sonra bu değişikliğin ne kadar yerinde olduğunu öğrenecekti.
O ana kadar farketmediği birini farketti mezarın başında. Pos bıyıklı bu babayiğite yaklaştı, tanımıştı onu ama yine de adını sordu. "Adım Çaka" diye cevapladı Cengaver. Burada ne işi vardı, denizden çok uzaktaydılar. Yanında durmaya yüreği dayanamadı. Sadece sorması gerekenleri soracaktı hemen.
- Çaka, neden burada bekliyorsun?
- Gidecek başka yerim yok.
- Benimle gel o zaman.
- Gelemem. Sadece burada olabilirim.
- Neden?
- Okyanusa ortasına kadar yüzsen, sonra en derine kadar dalsan orada çok güzel balıklar göreceksin. Peki o balıklar şu an oradalar mı? Ben buradayım, çünkü sen buradasın.
- Peki nasıl gideceğim?
- Bildiğin yola devam et. En sonunda bir açık kahverengi, bir de koyu yeşil iki kulube göreceksin. Bunlardan yeşiline gir, her ne kadar sen bunları ayırt edemesen de doğru olana gireceksin.
"Seni gerçekten Kılıçarslan mı öldürttü?" diye soramadı.
Varmıştı, kapının önünde minibüsünü gördü, Kamil de tam yerindeydi. İkide bir şansını kullandı ve koyu yeşil olduğunu tahmin ettiği kulubenin kapısının önünde durdu. Kapıyı üç kere tıklattı ve beklediği gibi annesi karşıladı onu. "Hoşgeldin oğlum" dedi. "Babam burada mı?" dedi hasta. "Evet, burada. Başka nerede olabilir ki?"
......
Gerçekten hasta mıydı? Bu kroniker delta herşeye muktedirdir. Var olanı yokedebildiği gibi, mutlak yokluğa da bir değer verebilir. O olmasaydı, annesine bunları anlatabilir miydi? Evet, her zaman geri dönüş vardır. Kimseyeanlatamayacağınsırların vardır. Ne söylendiyse söylendi artık hepsini geri almak istiyorum.