insan ayarlı

10 Temmuz 2016 Pazar

Mekanik Saat Tamircisi

Söylediklerimizi yakınlarımız bazen dinleyebilirler. Eğer çok iddialı konuşabilenlerden değilseniz, bu dinlemeler de genelde kulak dört açılarak olmayacaktır. Maalesef başka şekilde olamaz, lisanı ne kadar güzel kullanırsanız kullanın çok büyük laflar etmeden -bırakın kitleleri- tek bir insanı bile söyledikleriniz üzerine düşünmeye teşvik etmek çok zor.

Bu zorluklara karşın, bir an için olsun, şu sadelikten bir şeyler bulmaya çalışalım.

Şule Gürbüz; bir mekanik saat tamircisi ve edebiyatçı...




--- ---

“Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı’nın da yaptığı bu muydu? Baş, orta, son belli, helak kaçınılmaz, ancak önemli olan o zamanı geçirmek, o zamandan geçmek. Ve geldiğinde gelmemiş gibi, bilmemiş gibi, yaşamamış gibi gelmek, rüyayı görüp uyanmak ve ‘Neyse rüyaymış,’ demek ve aynı yerden uyumaya devam etmek. Yaşamaya da, ölmeye de yazık. Bu ölüm için yaşamaya, bu yaşamak için ölmeye yazık. Mezarlıklara, servilere, süsenlere, nisan sonunda açan katırtırnaklarına, telaşlı karıncanın adımlarına yazık, mezar taşına konup da bağıran karganın sesine yazık, ölüme ağlayan şaire, yaşam var zanneden filozofun nefesine yazık, şen taklalarla ilk senelerinde koşup zıplayan, ağaçlara tırmanırken seyredilip seyredilmediğini kontrol eden kedinin tırnaklarına yazık, ağdaki balığa, lokantada onu bekleyen anguta, önce ön iki ayağını sonra arkadakileri ovuşturup bu hareketinden büyük kâr ve kisve uman karasineğe yazık, hortumunu sallayan koca file, sanatlı sıçrayışı ile dahi boşluğu dolduramayan yunusa yazık, grafon kâğıdından gelincik ve petunyalara, en pürüzsüz çakıl taşına, kum olmuş zavallıya, sağdan sağdan yürüyen eşeğin inadına, yol kenarlarındaki ısınmış dikenlere, kozalağın içindeki fıstığa, duvara yapışmış yosuna yazık, bu topu binyıllardır çevirip duran sema-i muğlâka, titreyen kanatlara, açılan göğe ve onun katmanlarına, havanın, suyun olduğu, olmadığı yerlere yazık.”

Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek



9 Mart 2016 Çarşamba

Son model insan

“İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa ve tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var…”

S.A., İçimizdeki Şeytan

16 Ocak 2016 Cumartesi

Üsküdar'ın Üç Sırlısı

Ahmet Yüksel Özemre'nin Üsküdar'ın Üç Sırlısı kitabının 38, 39. sayfalarından alıntıdır.

Kubbealtı Yayınevi, 4.Baskı, 2012

--- ---

Eyüp'teki Şah Sultan Bektaşi Dergahı'nın son postnişininin damadı Cavid Bey 4 Mart 1956 günü Niyazi Sayın'a haber göndererek Sucu Ali Fani Dede'nin halet'i nez'ide olduğunu bildirmiş. Derhal dergaha koşan Niyazi Sayın, Dede'yi hareketsiz ve yorganı başını da örten biçimde yatar bulmuş. Yorganı açıp yanaklarını öpmüş: " Dede'ciğim nasılsın?" demişse de Dede'de hiçbir kıpırdanma olmamış. Bunun üzerine oturmuş, üzüntüsünden hüngür hüngür ağlamış. İçinden de " Cebimde 25 lira var. Onu Câvid’e bırakayım da belki doktor ve ilâç için lâzım olur” diye geçirmiş ki yorganın altından Dede’nin: ” Sen o parayı Cavid’e bırakma! Ben yarın göçüyorum. Burada da boşuna bekleme. Yarın gelirsin” diyen sesini işitmiş. Niyazi Sayın’ın dergahı terk etmesinden bir müddet sonra Aka Gündüz Kutbay (vef. 27.08.1979) çıkagelmiş. O da Dede’nin bu hâlinden fevkalâde müteessir olmuş ve neyi ile vedâ kabilinden bir Mevlevi Ayini çalmağa başlamış. Aka Gündüz Kutbay daha ilk notalardan i’tibâren Dede’nin yattığı yerden kalkıp semâ etmeğe başladığını ve âyinin sonunda da gene hiçbir şey olmamış gibi yorganın altına girip yattığını hayretle müşâhede etmiş olduğunu nakletmiştir. Sucu Ali Fâni Dede 5 Mart 1956 Pazartesi günü Rahmânî Emânet’ini Aslî Sâhibi’ne iade ederek bu fânî âlemi terk etmiştir. Kabri Eyüp’tedir.



8 Ocak 2016 Cuma

Radyoaktivite (Atom-2)

Proton sayısı 83'ü geçtiğinde çekirdek kararsız hale gelir ve radyasyon açığa çıkar. Kararsız çekirdek bir şekilde denge bulmak zorundadır; radyoaktivite!

27 Aralık 2015 Pazar

Uykuların Doğusu

Hasan Ali Toptaş'ın Uykuların Doğusu romanının 218, 219, 220, 221, 222. sayfalarından alıntıdır.
Doğan Kitap, 2.Baskı, 2005

--- ---

İşte o bana böyle görünürken, annem telefonu yavaşça kapattı sonra ve bir zaman öylece durdu masanın kenarında.

Ardından da gözlerini babamın yüzüne dikerek, ağabeyim hiç kımıldamadan sürekli serçeparmağına bakıyormuş, dedi.

Muzip biri gelmiş de ortalıkta komik adımlarla şöyle bir gezinivermiş gibi, babam hafifçe gülümsedi dinlediği türkünün içindeki dağların gerisinden.

Annem sesini biraz daha yükselterek, duymadın mı, sürekli serçeparmağına bakıyormuş, dedi yeniden.

Babam da, hatırlıyorum, şakadır şaka, diye karşılık verdi ona.

Ruhu dayımın ruhuyla aynı karanlıktan çıkıp geldiği için midir nedir, annem o gün babamın bu düşüncesine katılmadı tabii; ne yapacağını bilemeden, Allah Allah, Allah Allah diyerek endişeli bir yüzle salonun ortasında döndü durdu.

Ben de, dayım neden serçeparmağına bakıyormuş, diye sordun ona o sırada.

Ne bileyim, bakıyormuş işte, dedi sertçe.

Sonra ben yerimden kalktım hemen, yanına gittim ve hiç ağzımı açmadan birkaç dakika öylece bekledim. Birkaç dakika, aklımdaki yaprakların hışırtısını dinledim aslında. Hatta dayım oradaymış gibi, korka korka eğilip sessizce baktım bu hışırtıların içine.

Ardından da anneme döndüm ve yumuşak bir sesle, dayıma gidelim mi, diye sordum.

Durduğumuz kabahat, hadi gidelim, dedi annem.

Böylece, işte babama biz gidiyoruz bile demeden hızla dışarı ya çıktık o gün, iki heyecanlı gölge halinde bir taksiye atladık ve gar binasının önündeki gürültülerle bu gürültülerin içinde gezinip duran dilencilerin arasından geçerek şehrin öteki ucuna doğru yola koyulduk.

Vardığımızda, yengemin telefonda söylediği gibi dayım sol elinin serçeparmağını sol dizinin üstüne koymuş, hiç kımıldamadan, büyük bir ciddiyetde öylece bakıyordu. Kardeşini bu şekilde kendi gözleriyle görünce annem ister istemez korktu tabii. Korkunca da, hemen onun odasına girip yanı başına çöktü ve neler olduğunu öğrenebilmek için çeşitli sorular sormaya başladı. Ben yengemle birlikte salonda, kapının arkasına düşen karanlığın içindeydim o sırada; neler konuşulduğunu bulunduğum yerden net olarak duyabiliyordum. Dayım eskisi kadar neşeli, eskisi kadar parlak ve tatlı bir sesle adeta yalvarırcasına, bakmadan edemiyorum, vallahi elimde değil, anlamıyor musun elimde değil, diyordu anneme. Ardından da, ısrarla, kendisinin bakma hastalığı­na yakalanmış olabileceğini söylüyordu. Tabii, bakma hastalığı da neymiş, ilk defa duyuyorum, diye hemen bu fikre karşı çıkıyor ve bir an susup içini çektikten sonra, belli ki benimle eğleniyorsun, eğlen bakalım, diyordu annem.