insan ayarlı

24 Şubat 2014 Pazartesi

Adalet Sokağı

Doğuştan Gözleri Görmeyen Ressam beyinlerdeki yargılar için çok kanlı bir yıkım olabilirdi.

Üç yaşlarında annesinin yolda yürürken sürekli önüne dikkat etmesini uyarması  sonucu "Galiba diğer insanlarda olup, bende eksik olan bir şey var" diye düşündü.

......

Veysel, yaklaşık dört ay kadar doğuştan görmemenin nasıl olabileceğini anlamaya çalıştı ancak bir yerlere varmak dursun, neredeyse hiç ilerleme kaydedemedi. Evet bunu anlamak mümkün değildi. Geometride kendisini usta hissetmesi yine kendisini kötü hissetmesine sebep oldu. Gözünün önündeki cisimleri, büyüklük, renk ve mesafe olarak anlık diyebileceğimiz bir zamanda belirleyebiliyordu. Cisim ne kadar karmaşık olursa olsun, üzerinde ya da diğer cisimlere göre birbirine dik, paralel hatlar vardı. Bir de tabi perspektif vardı. Hani yolun uzaklaştıkça daralması gibi ya da parmağımızla yaptığımız halkanın içerisine Güneş'i sığdırabilmemiz gibi. Bunu ona anlatmak ne kadar zordu. Anlamasına gerek var mıydı?

Aylarca içinden çıkamadığı bu kavramlar karmaşası meğer esas acımasız yüzünü henüz göstermemişti. Doğuştan Gözleri Görmeyen Ressam, elbette bir ermişti bizim için. Peki bu fevkalade insan yerinde olmak ister miydik? Doğuştan görmeyen olmak ister miydik? Biz aslında" hayat ne kadar acımasız!" demeye alışmıştık. Evet hayat hiç de adil değildi. Doğuştan görmeyen olmak seçilemezdi.

......

Veysel'in "adalet" ile olan büyük sıkıntısı tekrar derinden içini kemirmeye başladı. Gözleri görmeyen bir bebek olabiliyordu.  Bir bebek, Brüksel Saint Louis hastanesinde doğarken, aynı anlarda Ağrı - Doğu Beyazıt'ta da başka bir bebek doğuyordu. Bu ikinci bebek hayata 1-0 değil, makus talihimiz olan 8-0 yenik başlıyordu. Bu kadarla kalsa gene iyi; gözleri görmeyen bebekler de Brüksel'de değil de, doktor olmadığından, malzeme olmadığından ya da herhangi bir şey anlayabilecek gücümüzü toplamamıza izin verilmediğinden buralarda doğuyordu.

Adalet öyle bir kelimeydi ki, çok satılanlar rafından hiç bir zaman inmedi. Avrupalılar'ın yazdığı hukuk beynelmilel kabul gördü. Bunun üzerine ihtisaslar, ihtisaslar üzerine ihtisaslar yapıldı. Garip Veysel bile az biraz kafa patlatınca bu hukuk sistemlerinin aslında pek de kendisi gibi düz insanları korumak için yapılmış olmadığını anladı.

Vatandaş haklarını iyi bilecekti. Yani onun hakkını yiyenlerin başlangıç koşulu olarak herhangi bir şey bilmesi şart değildi. Kendisi bilecekti. Sonra bu bilgiler onu bu konuda ihtisas sahibi birisine gitmesini sağlayacaktı. Bu avukat kardeşlerin de ücretine göre iyisi kötüsü olabiliyordu. Ah evet çok sıkıcı ama yine de tekrarlayalım; iyi ve ya kötü avukata göre hakikatler değişebiliyordu. Çünkü hakikatin bir maksadı olması gerekirdi. Bu maksadın önce iyi belirlenmesi, daha sonra iyi anlaşılmasının sağlanması gerekirdi.

“Asırlardır sultanlar ve führerler tarafından idare edilmiş memlekette Hakikat, ahalinin reyine ve uzlaşmasına dayanıyordu; öyle ki Hakikat, başta hakim sınıf olmak üzere herkesin işine gelmeliydi. Uzlaşmaya dayalı demokrasi varsa Hakikat despot, uzlaşmaya dayalı Hakikat varsa rejim despot olmaktaydı. Bu nedenle memlekette Hakikat mutlak değil, örfi idi. Hatta daha fazlası, hukuki idi de… Hakikat diye kabul edilen şeye dil uzatmanın cezası hapisti. Çünkü hakikat birçok kişinin işine gelmeli, bir işe yaramalıydı.” İ.O.A/G.K.

Doğuştan gelen eşitsizlikler, daha sonra elde edilen eşitsizlikler vardı. Bu eşitsizlikler o kadar çeşitliydi ki, binlerce sayfa yazabilirdi Veysel. Bir gün yazmaya söz verdi.

Bu dünyada adalet var mıydı? Adaleti tam olarak sağlamaya çalışsak da bu mümkün olabilir miydi? İçinden çıkamayacağımız neler neler varmış. Süratli araba kullanıp, bir çocuğa çarpsak, onun hayatına son versek? Yirmi yıl hapis yatınca adalet sağlanmış olacak mıydı? Peki ya otuz ve ya kırk? Ölen çocuk için değişen pek birşey olmuyordu sanki. Veysel de kuralın izin verdiğinden daha hızlı araba kullanmıştı kaç kere. Kırk yıl hapiste yatmayı hak edecek biri miydi peki? Adalete ne olacaktı?

Bu uzun yolculuğun sonunda apaçık elimizde kalan bir tek gerçek vardı. Bu hukuk sistemleri, adalet sağlanması için değil, devletlerin kafası rahat olsun diye vardı. Uyduruktan bir kurallar kitabına bağlamak gerekirdi. (Hatta bunu satarız da!)

"Adalet güçlüden yanadır. N.M."

... ...

Hayat, Doğuştan Gözleri Görmeyen Ressam'a ne kadar adil davranmıştı bilemiyoruz ama onun bir ermiş olduğunu söylüyoruz. Veysel'e yıllardır hayranlıkla okuduğu bu ermişlerden birinin yerine geçme şansı verilseydi o bile bir çırpıda buna razı olabilir miydi? Gözlerin doğuştan görmemesi, eğer o gözler zaten görmeyi yaşamadıysa neden bir eksiklik olacaktı? Nasıl bir eksiklik olacaktı? Belki de Doğuştan Görmeyen Ressam'ın lehine bir eşitsizlik vardı. İnsanların en temel duyusu olan görmenin zorunluluğu onda yoktu. Bunu çürütebilecek ne var elinizde? Adaleti yenemezsiniz ancak aşabilirsiniz.

Uzun bir sokaktı Adalet Sokağı. Bu sokağın ne kadar ilerisine bakmayı başarabilirsek, sokağın o kadar daraldığını göreceğiz. Doğuştan Gözleri Görmeyen Ressam'ın bunu anlaması gerekmiyor.

1 Şubat 2014 Cumartesi

Felsefe Tarihi Ne Anlama Gelir? (Felsefe-002)

"Felsefe tarihi, ortaya çıkan türlü felsefelerde türlü gelişme derecelerinde yalnız tek bir felsefe bulunduğunu ve aynı zamanda bir sistemin dayandığı özel ilkelerin de ancak tek ve aynı bütünün dal budaklarından ibaret olduğunu açıkca ortaya koyar. Son gelen felsefe daha önce gelen bütün felsefelerin sonucu olup bunların hepsinin ilkelerini kapsamak zorundadır." der Hegel.

Elbette bu son derece tartışmalıdır ve aşağıda da bahsedeceğimiz üzere bir çok felsefe tarihçisi bunun tam tersini düşünür.

Felsefe tarihi üzerine düşündüğümüzde, üç temel mesele ile karşılaşırız.

1) Felsefenin başlangıcı için hangi dönemi almak gerekir? MÖ 6 yy.'da Thales tarafından mı ilk olarak ortaya çıkmıştır yoksa daha eskilere - Mısır, Mezopotamya, Hint Alt Kıtası - dayandırmak mı gerekir?

2) Felsefenin, diğer bütün faaliyetleri kapsayan tarihten başka bir tarihinden bahsedilebilir mi? Siyaset, din, sanat tarihlerinden bağımsız bir tarihi var mıdır?

3) Felsefede düzenli bir gelişmeden yani evrimden bahsedilebilir mi? Yukarıda Hegel'in verdiği cevabın sorusudur bu.

Biz tartışmaya tersten başlayalım.