insan ayarlı

31 Aralık 2012 Pazartesi

atlar

Aslında en çok atları seviyormuş.

Oğullarıyla bahis oynamadan at yarışlarını izlerdiler. Asil İngiliz Atları değilmiş beğendikleri. Köyde küçük oğlunun üzerinden düştüğü, yaşlı ve yorgun atı ya da çingenelerin mağmum gözlerle tüm gün araba çeken atlarını nedense yeğ tutarlardı. Atlar sakin ve anlamlı anlamlı bakarlardı da yine de sanki çoşmak isterlerdi.

O kadar çok yapılabilecek varken nasıl oldu da İstanbul'da sanayide ekmek peşine kırk sene geçti. Bu amatör ruh oğullarından gizli bir takdir almıştır ama onların da birşeyleri anlaması için yılların geçmesi gerekti. İşte yıllar böyle acımasızdı, neyse ki beyefendi olmanın tanımı ile olan sıkı mücadele de bu zaman boyunca devam etti elbette. Tüm insanlara tek tek anlatamazdık, herşeye karşı çıkmakla aslında hepinizin karşı çıktıklarının sadece binde birini biz açıkca söylüyoruz diye.

Akrabalara ve dostlara vefa, cefa, bir yandan akl-ı selim, kutsal topraklardan gelen yüzdeki ışık ve geçmişe uzun uzun bakmalar...

(Hiç bir şeyin değişmesi gerekmiyor. Biz sana çok daha yüksek bir değerle bakıyoruz.)

...

hüznü uçlarından dolanıp
yalın sıçrayışlarıyla piyonlar arasından
ürkek ama cesur ama sevimli
açsa duyargalarını o tarihsel şiire
iyi bir oyuncu en çok atları sever


İ.Ç/S.D.

21 Aralık 2012 Cuma

faydalı bilgiler

Bir oda vardı. dikdörtgen şeklinde, 15 metrekare büyüklüğünde, duvarlarının çok açık yeşil, parkelerinin ise koyu yeşil olduğu söylenirdi hep. Odanın bir penceresi ve bir kapısı vardı. Penceresinden bakıldığında gökyüzünde dolunay açık bir şekilde görülebilmekteydi.

Üzerindeki kareli gömleğin ön cebindeki kurşun kalemi eline aldı. Kalemin ağırlık merkezini daha önceden iğneyle işaretlemişti. Eğer halı gerçekten tam kareyse, köşegenlerinin kesişim noktası da, halının her bölgesinin kalınlığının ve yoğunluğun aynı olması şartıyla ağırlık merkezi olacaktı, ağırlık merkezleri çakıştırılmış olacaktı.

Kurşun kaleme ve halıya yakından baktı. Evet ağırlık merkezleri mükemmel bir biçimde çakışıyordu. Gitgide daha da yaklaşmaya başladı ve yavaş yavaş sanki ağırlık merkezi ile köşegenlerin kesişim noktası tam üst üstüne gelmiyor gibi oldu. Odadan çıktı ve tekrar geri dönünce bir daha baktı. Hala durum aynıydı. Odadan tekrar çıktı ve bekledi. Oda orada mıydı? Odanın duvar boyaları aynı renkte miydi? Halı ve kurşun kalem orada mıydı? Hangi şekillerde oradalardı? Kısmi zamanlı, gerektiği kadar da var olsalar bizim gördüğümüz gene aynı olacaktı. Peki okyanusun beş yüz metre derinliğindeki bir balığın şu anda orada olduğu ona nasıl anlatılacaktı?

Ve sonra gidip sokaktan bir kedi getirdi. Kendi gözlerini siyah bantla kapatıp, kediyi yere koydu ve fotoğrafını çekti. Odadan çıktı ve fotoğrafa baktı. Sonra hemen tekrar geri döndü. Kedi hareket etmişti elbette. Fakat kedi ilk bırakıldığı yerde ve şu an gördüğü yerler arasında çeşitli zaman dilimlerinde başka bir yerlerde miydi yoksa bir anda mı yeni yerine gelmişti. Ah, evet bu saniyeler ve dakikalar acaba hep aynı zaman dilimini mi kapsarlardı?

En sonunda kalemi yerinden alıp koltuğa sapladı. Koltuğun içine saplı kalmış gibi duran kısmı acaba orada mıydı gerçekten? Pencereden dışarı Ay'a bakmaya bile cesaretı yoktu artık.

...

"Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum." İ.O.A / P.K.A


9 Ağustos 2012 Perşembe

acımasızlık ve acımasızlık

...düşüncelerle bilincimizde ancak öldürmeyecek kadar derin bir yara açmıştık.

Otuz yaşında adamın elinden boya işi gelmiyordu. Bu durumun vahamet mertebesi hakkında bizler tam karara varmak üzere oturmuş düşünürken kapı çaldı. Boyacı günlerce geç de olsa gelmişti. - bu yeterdi. Boyacının karşısında daha ilk dakikada ezilmeye başlamıştı. Bu dik, kendinden emin zat; işi beğenmedi, haklıdır... parayı beğenmedi, üç kuruş gerçekten... yaptığı boyalar döküldü, zaten garanti vermemişti.

Eskiden olsa sonuç gene benzeri olacaktı ama en azından artık enayi yerine konmuş olma hissini bir kenara bırakmıştı. Her gün kendisinin "bey"olduğunu iddia eden onlarca telefon alıyordu. - tersine geçen gün bankadan biri kendisine telefonda "naber köftehor" diye giriş yapmıştı(!?). Boyacılar bu kadar itibar sahibi değildi kendisinden başka gözlerde. Bu üçkağıtçı boyacı her türlü hakareti, kötü muameleyi hak etmiştir öyleyse? İşini kötü yapıyorsa acımasız her şey hakkıdır.

Yine de keşke boyacı ağabey işini iyi yapan birisi olsaydı da arkasından bu kadar laf edilmeseydi. O anlıyabiliyordu bu adamın ne yaptığını sanki. Bilinç sonra ahlak daha sonra vicdan ve daha sonra derinlerde ne bulabilirsen tam olarak yok olmasa da şeffaflaşmaya başlıyordu. Çok insan kazıkladı, çok beddua aldı. En yakın arkadaşını sattı. Oysa o da yirmi yıl önce tertemiz bir çocuk değil miydi? Peki neden bu adamdan yirmi yaş büyük boyacılar böyle değildi?

Boyacı bu kötü huylarıyla beraber çok para kazandı. Bu sefer bir köşkü boyayacaktı. Köşkün sahibi ile iyi paraya anlaştı, işini de aynı tertemiz olduğu günlerdeki gibi mükemmel yaptı ama parasını bir türlü alamadı. Bir kere bile "kendi ettiklerim bana geri döndü" diye düşünmedi.

Edindiği şöhretle daha büyük bir iş aldı. Sonra işveren ile anlaşmazlığa düştü. Derken davalı oldular. Ucuz adam ucuz avukat tutunca ancak avukatının değeri kadar adalete ulaştı. Nasıl oluyorsa iyi avukat ve kötü avukat vardı. Geçmişte olup bitmiş olay avukatına göre çok daha farklı şekilde olup bitmiş olabilirdi. Sonra baktı ki avukatlar da itibarlı bir grupmuş. Ses çıkarmadı ve en başa döndü. Bu kadar görmüş geçirmişlik bir hidayete erme sağlasaydı diye düşündüler "Sahnenin Dışındakiler". İşte ben o zaman Boyacı'ya yapma diyemedim. Ağzından salyalar akarak iş yapan bir müteahhite gıpta ile bakma diyemedim. Ben desem de nedense kimse haklısın demedi bugüne kadar zaten. Kendisini defalarca ezen bu adam, ulaşmak istediğimiz noktaydı.

Çocuğu kötü bir okula gitmeyi hak ediyordu ve bu o kadar doğaldı ki acımasızlık ileri safhası burada bünyede hissettirmeden olgunlaşıyordu. Bu okul denen şey hakkında bilgisi ve herhangi bir şey öğrenecek vakti de yoktu boyacının.

Oğlunun ağır hastalığına ne yapacaklardı? Hastanede de kendini fazla hissetti. Sonra nasıl olduğunu bilmediği hastanelerde, adını bilmediği doktorların elinde öldü oğlu. Bu kadarlık satın alabilmişti. Oğlunun yasını tutmadan gecikmeli de olsa "ilk sözü geçen ev"e geldi. Bu adam herşeyi kendisi haketmişti. Öyle hak edebiliyordu ki, oğlu ölebiliyordu. Sonra biz acımadık ve acımadık...
...
"Sen yalan içinde yaşıyorsun, ben hakikatte..." bir insanın diğerine söyleyebileceği en acımasız sözdür. L.N.T