insan ayarlı

29 Haziran 2010 Salı

Kaptan; kendisi kocam olur

"Takımın kaptanı o olsun. Takımı kursun, hem herkes seviyor ve güveniyor." dedi bir kendini bilmez.

Sanki herkes biliyordu umutsuz bir proje üzerinde çalıştıklarını da boşu boşuna çalışıyor olmalarını kendilerine konduramadıklarından, herşey bir gün yoluna girecek, "çok pis (diğer bir deyişle hayvan gibi) tecrübe" kazanacağız bu işten diyerek kanlı canlı hayaletler gibi geziyorlardı. Belki de kağıtlara yazılanlar içinde bir his yoksa, ne kadar arşivlenirse arşivlensin o kadar da kalıcı olamıyordu. Yüreğinde bir iz bırakması lazımdı. Hem bu yazılar taksi şöförü ile yapılan sohbetler kadar sade ve masum değildi. İsteyen istediği tarafa çekerdi de en iyi istediği tarafa çeken kazanırdı. Bunları bilmek pek birşey değiştirmiyordu. O yüzden bizim Kaptan gereksiz duygu yüklü rüzgarlara kendini pek kaptırmazdı. "Ben çok duygusal bir insanımdır" demek gibi anti-depresantlar da kullanmazdı. Yavru kedilere çağdaş gençliğimiz kadar sevgi selini önüne katarak yaklaşmazdı.

"Arkadaşlar bu akşam iş çıkışı ilk taktik toplantımızı yapıyoruz." dedi Kaptan. Herkes "Tamam" dedi.

Sonra acaba gerçekten boşa mı çalışıyoruz hissi içinde gidip-gelmeler yaşandı bazılarında ve bu -gerekli olmasına rağmen- pek hoş olmadı. Hayalet gibi yaşamanın verdiği bir imkan olsa gerek insanların iş dışı birbirine yaklaşma vesilesi oldu kafadaki karmaşıklıklar diğer bir yandan.

"Liderlerin, patronların her zaman sert ve disiplinli mi olması gerekir? Öbür türlü ciddiyetsiz mi olurlar? Başka şekilde saygı, sevgi kazanmak mümkün değil mi? Gaddarlara, otoriterlere içten içe hayranmışız meğer. Çok güçlü erkek...!"

Futbol maçları uzunca bir dönem hayatlarının en önemli kısmı oldu. Taktiklere, kimin nerede oynayacağına, kaçıncı dakikada kim ile kimin değişeceğine çok kafa yordular. Sonra umutsuz projenin diğer ortakları ile maçlar yapıldı, hatta bazılarının aileleri bu maçları izlemeye geldi. Bir nevi tuhaf bir hayat, "hayat-i tuhafiye"...

"Bu takımın kaptanının sanki biraz fazla kilosu var" dedi seyircilerden biri. Derken maç başladı. Herkesten çok koşabiliyordu. Neden? Müdürünüz bu kadar hızlı koşabiliyor mu? İtibarı neye göre dağıtıyorsun?

Herkesin ortak bir kaptan adayı vardı. Bizim Kaptan... Çok iyi oynamıyordu belki, patronluk da taslamazdı. O zaman neden o? Ben kaptan olacağım dedi mi? Dediyse ayıp (!). Dememiştir o çünkü ruhunda yok, işte o yüzden kaptan o olmalıydı.

"Yakınındayken içindekileri gördüm, bir anda irkildim. Hayat aslinda çok basitmiş. Özünde rol yapmamak varmış, hadi bunu biliyorduk da patavatsız olmak da güzelmiş. Aşılması gereken bir dünya şey var. Güneş gözlüğü takınca herkes bana bakmıyormuş meğer. Bir yandan da bu çekingenlikler de güzel. Ona lafı yok zaten. Kırmasan da olur zincirlerini. Kaptan'ın yanında rahat olabilirsin. Zaten herkes onun arkadaşı olmak isterdi, onu gibi olmak isterdi, o olmak isterdi. Var mı onun gibisi? Sohbet adamı, ortamların adamı, basket maçlarının katili. Kaptan; kendisi birisinin kocası, birisinin abisi,birisinin oğlu, bazılarının iş arkadaşı, sırdaşı, endüstriyel olarak çok iyi gider gelir hesabı yapamasa da doğum günlerinden mutlak ticari zaferle ayrılan uyanık. Evet biraz da uyanık. Uyanıkları sevmeyiz demeyin, her tipin sevilebileni varmış. Kaptan; kendisi dostum olur." dedi bir kendini bilmez.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Varmpir'le iş görüşme

Yazıhaneye girdiğinde ağır bir sigara kokusu duydu. Hemen girişteki çok tozlu masada kırk yaşlarında bir kadın çok profesyonel bir şekilde sigara içerek oturuyordu.

"İyi günler. Saat 13:12'de Selahattin Bey ile görüşmem vardı" dedi Bizimkisi. Selahattin bir müteahhit için yeterli ağırlıkta bir isimdi. Randevu için küsuratlı bir saat vermesi de kafasında olumlu bir önyargı oluşturmuştu hemen. "Nereden geldiniz?" dedi Sigara Kadın ve ciğer dolusu dumanı üfledi. "Bir yerden gelmedim, iş görüşmesi..." Anlaşılan Selahattin Abi yerinde yoktu. Aslında bu olay kendisini çok şaşırtmamıştı. Altı üstü bir iş görüşmesiydi.

Bu sırada biraz ileride otuz yaşlarındaki Olumlu Adam olaya müdahil olmak zorunda hissetti kendini. Telefonda Selahattin Abi ile konuşuyordu. Arada ona bakıyor, kafasını sallayarak hmm hmmmm yapıyordu. Çok hoş bir şekilde Selahattin Bey'in şantiyede bir aksilik sonucu geç kaldığını ama yarım saat içinde geleceğini söyledi. Sonra telefonda konuşmaya devam etti. Kızılmaz böyle adamlara. Telefonu kapatır kapatmaz hemen çayını söyledi zaten.

Bir süre sessizce bekledi. Olumlu Adam; "Şantiye bu, sürprizlerle dolu..." dedi. "Hıhı" diye yanıtladı Bizimkisi. Bir yarım saat kadar daha geçti, herhangi bir hareketlilik yoktu. Zaten kafasında yarım saati elli altı dakika olarak biraz büyütmüştü. Elli altı dakika içerisinde gelirse sorun yok.

Yere bakarak beklemek huyuydu ve bunun psikolojik tahlillerini de önceden öğrenmişti de sonra unutmuştu. Bu sefer şanslıydı, bir hamam böceği önünden ağır ağır geçti. Yolunu kaybetmiş gibiydi sanki, arada sırada duruyor etrafına bakıyor sonra tekrar devam ediyordu.

Sigara içen kadın, yeni bir sigara yaktı ve şöyle bir dolaşmaya çıkmak üzere ayağa kalktı. Olumlu Adam, Sigara Kadın'a "Çok acıktım abla." dedi. "Bakayım Selahattin Abi neredeymiş."

-Selahattin Abi, açlıktan öldüm ya neredesin?
-......
- Hadi abi, çabuk gel keh keh.

Boğazlar Meselesi iş görüşmesinden kendince de daha önemliydi. Hamam Böceği yolunu kaybetmiş gibi dolaşmaya devam ediyordu.

Olumlu Adam bir anda heyecanla sordu: "Abi sen biliyorsundur klavyede fi nasıl yapılıyor"
"alt+0216" diye anında cevap verdi. "Senden kaçmaz tabi."

Selahattin Abi her an biraz daha yaklaşıyordu. En son epsilon mesafesindeydi -ki bu 87 dakikalık bir bekleyişin sonucuna karşılık geliyordu- sıkıldığını farketti ve kalkıp gitmeye karar verdi.

Ayrıldı ve güzel bir gündü diye düşündü. İçine bir huzur doldu, inşaat mühendisliğini sevmek için bir sebep daha...

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Cerro Torre'ye küsmek

O, yarı hayali, yarı gerçek olduğundan yazılanlar yazanı da okuyanı da bağlamaz.

İlk intibalar genelde yanlış olsa da bu sefer için doğru olduğuna inanılmak isteniyordu nedense.

Bir sabah on saatlik uykusundan uyandığında ve hala çok uykuluyken Cerro Torre'ye tırmanmaya karar verdi. Bunun kimsenin daha önce başaramamış olması hiç bir şeyi değiştirmeyecekti. "Yani" dedi sadece bunu duyunca. Böyle diyen birisine gitme denilebilir mi? Yüzerek gidecekti de -başaramayacağından değil- çok vakit alacağından vazgeçti son anda. Arjantin'e sağ salim varınca tırmanmaktan da vazgeçti. Vazgeçmelerini sevdi bazıları da, vazgeçirilmelerini değil ama. Hüzünlü olan da buydu. Kim olursan ol, ne anlatırsan anlat öncelikle kendisi bir görmeli, kendisi karar vermeli. Bunlar mutluluk göz yaşları.

İstemenin sonuçları onun için inanılmazdı da istemek dediğin işte o kadar kolay birşey değildi. Aslında buraya kadarki tuhaflıklar kabul edilebilir mertebedeydi. Ne insanlar vardır, daha neleri neleri kabul edebilirlerdi.

Sonuçta Cerro Torre'nin tepesinde dans etmeyi hayal eden birisinde biraz alınganlık şaşırtmamalı. Başaramasa da başardığında neler olacağını görebiliyor. Tabi diyebilirler gel Ilgaz'ın tepesinde dans et. Hem dağ, hem dans Arjantin'den olmasın. Bunda bile az da olsa öngörülebilirlik var çünkü, ona yakıştırmazlar.

Cerro Torre'ye tırmanmak imkansız, tırmanılsa da tepesinde dans etmek imkansız. Bu imkansız görev için yanına kimi alacak? Yanına alabileceği kimsesi yok. Onun için üzülmeli mi yoksa olması gereken bu mu demeli? Yalnızlık denilen böyle birşey mi? Herkeste bir yalnızlık ama bu biraz farklı.

Ona bıraksak herşeyi yeniden yazacak. Ona bıraksak? Keşke ona bıraksak. En sonunda sadece  sağlam dağlar ayakta kalabilirdi ona bıraksak. Peki ya Cerro Torre'ye tırmanamazsa ona küser mi? Cerro'nun haberi olur mu? İnsanların haberi olur mu?

......

insan neyi anlatabilir? insan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz."
A.H.T./S.A.E.


......

19 Mayıs 2010 Çarşamba

benintermodinamiksonu

Evrensel yasalar sinir bozucu olabiliyor.

Tam olarak sebebini kendisinin de bildiğini zannetmediğiz bir şekilde "Algoritma" kaleci olmaya karar vermişti. Muhtemelen bu sadece bir deneydi ve deneyin başarısızlık derecesi merak ediliyordu kendi ve kendi gibiler tarafından. Kendine seçtiği isim de -kendi seçtiği için- şu an yaşamakta olduğumuza hiç uygun değildi. Algoritma iyi bir kaleci olamazdı çünkü o ilk bakış hayatımızda anlamsız gibi gözüken yasalara tamı tamına sadıktı. Şu anda literatürde sıfırıncı yasaya rastlayabilsek de kendisi çoktan eksi bilmemkaçıncı yasayı anlamakla meşguldü.

Bu kadar fazla belirsizlikle kaleciliğe başladı ve her geçen an belirsizliğinin belirsizliği ve düzensizliği artarak arttı. (Kaleci dediğin istikrarlı olmalı) Zaten o da bunu görmek istemiyor muydu? Evet, bu devirde bunlar para etmiyor. Peki bu devir çok mu birşey? Daha tüm evrenin mutlak düzensizliğe geçip tamamen ısıya dönüşmesine vakit var. Öyleyse bu devirde kalecilikte yapılamayacaklar aslında tüm evrende yapılabilecekler hakkında fikir vermekte

mi

?

Algoritma, bunun farkında mı?