insan ayarlı

16 Ocak 2016 Cumartesi

Üsküdar'ın Üç Sırlısı

Ahmet Yüksel Özemre'nin Üsküdar'ın Üç Sırlısı kitabının 38, 39. sayfalarından alıntıdır.

Kubbealtı Yayınevi, 4.Baskı, 2012

--- ---

Eyüp'teki Şah Sultan Bektaşi Dergahı'nın son postnişininin damadı Cavid Bey 4 Mart 1956 günü Niyazi Sayın'a haber göndererek Sucu Ali Fani Dede'nin halet'i nez'ide olduğunu bildirmiş. Derhal dergaha koşan Niyazi Sayın, Dede'yi hareketsiz ve yorganı başını da örten biçimde yatar bulmuş. Yorganı açıp yanaklarını öpmüş: " Dede'ciğim nasılsın?" demişse de Dede'de hiçbir kıpırdanma olmamış. Bunun üzerine oturmuş, üzüntüsünden hüngür hüngür ağlamış. İçinden de " Cebimde 25 lira var. Onu Câvid’e bırakayım da belki doktor ve ilâç için lâzım olur” diye geçirmiş ki yorganın altından Dede’nin: ” Sen o parayı Cavid’e bırakma! Ben yarın göçüyorum. Burada da boşuna bekleme. Yarın gelirsin” diyen sesini işitmiş. Niyazi Sayın’ın dergahı terk etmesinden bir müddet sonra Aka Gündüz Kutbay (vef. 27.08.1979) çıkagelmiş. O da Dede’nin bu hâlinden fevkalâde müteessir olmuş ve neyi ile vedâ kabilinden bir Mevlevi Ayini çalmağa başlamış. Aka Gündüz Kutbay daha ilk notalardan i’tibâren Dede’nin yattığı yerden kalkıp semâ etmeğe başladığını ve âyinin sonunda da gene hiçbir şey olmamış gibi yorganın altına girip yattığını hayretle müşâhede etmiş olduğunu nakletmiştir. Sucu Ali Fâni Dede 5 Mart 1956 Pazartesi günü Rahmânî Emânet’ini Aslî Sâhibi’ne iade ederek bu fânî âlemi terk etmiştir. Kabri Eyüp’tedir.



8 Ocak 2016 Cuma

Radyoaktivite (Atom-2)

Proton sayısı 83'ü geçtiğinde çekirdek kararsız hale gelir ve radyasyon açığa çıkar. Kararsız çekirdek bir şekilde denge bulmak zorundadır; radyoaktivite!

27 Aralık 2015 Pazar

Uykuların Doğusu

Hasan Ali Toptaş'ın Uykuların Doğusu romanının 218, 219, 220, 221, 222. sayfalarından alıntıdır.
Doğan Kitap, 2.Baskı, 2005

--- ---

İşte o bana böyle görünürken, annem telefonu yavaşça kapattı sonra ve bir zaman öylece durdu masanın kenarında.

Ardından da gözlerini babamın yüzüne dikerek, ağabeyim hiç kımıldamadan sürekli serçeparmağına bakıyormuş, dedi.

Muzip biri gelmiş de ortalıkta komik adımlarla şöyle bir gezinivermiş gibi, babam hafifçe gülümsedi dinlediği türkünün içindeki dağların gerisinden.

Annem sesini biraz daha yükselterek, duymadın mı, sürekli serçeparmağına bakıyormuş, dedi yeniden.

Babam da, hatırlıyorum, şakadır şaka, diye karşılık verdi ona.

Ruhu dayımın ruhuyla aynı karanlıktan çıkıp geldiği için midir nedir, annem o gün babamın bu düşüncesine katılmadı tabii; ne yapacağını bilemeden, Allah Allah, Allah Allah diyerek endişeli bir yüzle salonun ortasında döndü durdu.

Ben de, dayım neden serçeparmağına bakıyormuş, diye sordun ona o sırada.

Ne bileyim, bakıyormuş işte, dedi sertçe.

Sonra ben yerimden kalktım hemen, yanına gittim ve hiç ağzımı açmadan birkaç dakika öylece bekledim. Birkaç dakika, aklımdaki yaprakların hışırtısını dinledim aslında. Hatta dayım oradaymış gibi, korka korka eğilip sessizce baktım bu hışırtıların içine.

Ardından da anneme döndüm ve yumuşak bir sesle, dayıma gidelim mi, diye sordum.

Durduğumuz kabahat, hadi gidelim, dedi annem.

Böylece, işte babama biz gidiyoruz bile demeden hızla dışarı ya çıktık o gün, iki heyecanlı gölge halinde bir taksiye atladık ve gar binasının önündeki gürültülerle bu gürültülerin içinde gezinip duran dilencilerin arasından geçerek şehrin öteki ucuna doğru yola koyulduk.

Vardığımızda, yengemin telefonda söylediği gibi dayım sol elinin serçeparmağını sol dizinin üstüne koymuş, hiç kımıldamadan, büyük bir ciddiyetde öylece bakıyordu. Kardeşini bu şekilde kendi gözleriyle görünce annem ister istemez korktu tabii. Korkunca da, hemen onun odasına girip yanı başına çöktü ve neler olduğunu öğrenebilmek için çeşitli sorular sormaya başladı. Ben yengemle birlikte salonda, kapının arkasına düşen karanlığın içindeydim o sırada; neler konuşulduğunu bulunduğum yerden net olarak duyabiliyordum. Dayım eskisi kadar neşeli, eskisi kadar parlak ve tatlı bir sesle adeta yalvarırcasına, bakmadan edemiyorum, vallahi elimde değil, anlamıyor musun elimde değil, diyordu anneme. Ardından da, ısrarla, kendisinin bakma hastalığı­na yakalanmış olabileceğini söylüyordu. Tabii, bakma hastalığı da neymiş, ilk defa duyuyorum, diye hemen bu fikre karşı çıkıyor ve bir an susup içini çektikten sonra, belli ki benimle eğleniyorsun, eğlen bakalım, diyordu annem.


24 Aralık 2015 Perşembe

Sofistler'e Giriş (Felsefe-015)

MÖ 5. yy., dünya tarihinin belki de en önemli dönemidir. Bu yüzyılın başlarında Atina ile diğer Yunan şehir devletleri (site), Perslere karşı kurdukları ittifak neticesinde büyük bir zafer kazanırlar ve Antik Yunan’ın altın çağını başlatmış olurlar. Ancak 27 yıl sürecek olan Peloponnes Savaşı bu altın çağı sona erdirecektir. Sadece savaşı kaybeden Atina değil, galip gelen Sparta ve müttefikleri de ellerindeki güçlerin ve servetin büyük bir kısmını kaybetmiş olacaktır. Bu altın çağ boyunca entellektüel olarak lider hep Atina olmuştur. Bu kentte neredeyse her alanda eserler verilir ve günümüze kadar unutulmayacak isimler ortaya çıkar.

12 Aralık 2015 Cumartesi

Oğullar ve Rencide Ruhlar

Alper Canıgüz'ün "Oğullar ve Rencide Ruhlar" romanının 108. ve 109. sayfalarından alıntıdır (İletişim Yayınları 14.Baskı 2014).

--- ---

Bazen de saygıdeğer abilerim ablalarım, dünyası yerle bir olur insanın. Hayat, fazla kafa yormadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir. En akıllıca saydığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın yapmacıklığını kavrarsınız. Aslında hiçbir konuda bir fikriniz bulunmadığını, aslında hiç kimseye karşı bir şey hissetmediğinizi ve tüm evrenin de size karşı aynı gaddarca kayıtsızlık içinde olduğunu. Hep gözünüzün önünde durduğu halde o güne dek her nasılsa yok saymayı başardığınız bu gerçeği fark ettiğiniz anda ilahi işleyişi de çözmek üzeresiniz demektir.

Tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. Evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. Ve onun içine koyacak bir şey bulamaz. İşte insan denen tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılınışının hikayesi. Evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde Tanrı'yla bezerken, ortak anlamzsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutması gerekmektedir: Hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır.

Sevdiğiniz birinin ölümü, örneğin, yüzleşmenizi sağlayabilir kendinize söylediğiniz yalanlarla. Ya da ananızdan yediğiniz okkalı bir dayak. Üstelik siz, ananızın canınıza okumak için haklı duygusal gerekçeleri bulunduğuna inanmaya hazırken, içinizi parçalayan onun gözü dönmüşlüğü değil, beyninizi zedelememek için sopayı sadece kollarınıza ve bacaklarınıza indirecek kadar düşünceli davranması olabilir. Nihayet onun elinden kurtulup kendinizi odanıza attığınızda pencereden giren akşam güneşinin ışığında neşeyle dans eden tozlar dört bir yana dağılır. Onların huzurunu kaçırmak sizi öyle bir üzer ki, içiniz feci bir dışlanmışlık duygusuyla dolar. Birden gözlerinize yaşlar hücum eder. Bu küçük sevimli yaratıkların sizden korkmasını hazmedemezsiniz. İki saatlik dayak seansına gık demeden katlanan siz, yere kapanıp zırıl zırıl ağlamaya başlarsınız. Sonra bir toz tanesi gelip parmağınızın üzerine konuverir. Usulca oynatırsınız parmağınızı. Hala oradadır. Derken diğerleri ona katılırlar. Yerde yatarken üzerine toz tanecikleri yağar. Sırt çevirdiğiniz hayat o noktada sizi kucaklarken hıçkırıklarınız fraktal bir dans müziğine dönüşür.

Bir gün toz zerrecikleri sizi bağrına basarsa, bilin ki ya nirvanaya ulaştınız ya çıldırdınız. Hangisi olduğuna kendiniz karar vereceksiniz.