Atina Freski'nde Sokrates |
Sokrates, Platon’un bir çok eserinde başroldedir. Bu duruma bağlı olarak Sokrates’in ağzından dökülen fikirlerin gerçekten Sokrates’e mi ait olduğu yoksa Platon’un kendi görüşü mü olduğu çok tartışıla gelen bir sorundur.
Platon’un İdealar Kuramı ve ideal devlet ögretisinin orjinal olduğu şüphesizdir. Diğer yandan gençlik diyaloglarında (Sokratik diyaloglar) Sokrates’in ağzından dile getirdiği salt ahlakla ilgili görüşlerinin Sokrates’e ait olduğunu düşünmemiz isabetli olacaktır. Platon’un Sokrates'in Savunması’nı oldukça doğru aktardığı genel kabul gören bir diğer görüştür. Phaidon diyaloğunda da Sokrates’in ölmeden önceki birkaç saatini gerçeğe uygun anlattığı, onun anısına sadık kalmaya çalıştığı kabul edilir.
Bilgeliğe Giden Yol: Bilgisizlik
«Eğer tek bir şey biliyorsam, o da hiçbir şey bilmediğimdir.»
Bu söz gerçekten de üzerinize çok düşünce inşa edebilmemize imkan sağlar. Platon'un ve Ksenophon’un aynı adlı Sokrates'in Savunması adlı kitaplarının ikisinde de bahsedilen bir kehanet vardır. Sokrates’in eski bir dostu olan Khairephon, Delphoi Kahini’ne Sokrates'ten daha bilge birinin olup olmadığını sormuş ve «hayır» cevabını almıştır. Araştırmacıların büyük bir bölümü bu kehanet olayının çeşitli kanıtlara dayanarak gerçek olduğu düşünürler.
Kahine bu sözleri söyleten Apollon gerçekten ne demek istemiştir? Sokrates kendisini bilge olarak görmemektedir ama etrafında bilge olduğunu iddia eden veya çoğunluğun o yönde düşündüğü insanlar vardır. Gerçekten de onlar bilge midir? Kendisinin onlardan üstün yanı nedir? Sokrates en bilgesinin bile aslında pek bir şey bilmediğini farkeder. Sokrates’in üstünlüğü en azından bir şey bilmediğinin farkındadır, yanlış yere böbürlenmemektedir. Bilmediğini bilmek bir bilinçlilik durumudur, bilgeliğin başlangıcıdır.
Öncelikle Sokrates’in Doğa Filozofları’na da aynı eleştiriyi yönelttiğini düşünmemiz sıradışı kaçmayacaktır. Zaten Platon’un Phaidon diyaloğunda Doğa Filozofları’nın doğayı açıklama denemelerinin herhangi bir değeri olmadığını açıkça söyler. Doğa Fiozofları çok kısıtlı bilgileriyle kuramlar ortaya atmakta ve bu kuramları başka alanlara da uygulamaktadırlar.
Sokrates’in esas ilgi alanı doğa değildir ancak. Onun neredeyse tüm ilgisi insan olduğundan çeşitli insan gruplarını inceleyecek daha doğrusu bilgilerini test edecektir. Elbette ilk olarak devlet adamları ve siyasetçileri inceleyecek ancak onların devlet yönetimi ile alakalı hiçbir şey bilmediklerini görür. İkinci olarak geleneksel olarak bilge kabul edilen şairleri ve tragedya yazarlarını inceler. Onlardaki hikmet de bir içgüdüden ibarettir. Onlar söylediklerinin anlamını bile bilmez. Son olarak Sokrates sıradan mesleklerdeki insanları, zanaatkarları inceler. Bu grup en azından mesleki bilgi olarak Sokrates’in kendisinden çok daha bilgilidir fakat en yüksek değerler konusunda bilgisizdirler.
Peki nedir bu en yüksek değerler? Sokrates’in Atinalılarla konuşmalarına bakarsak bunlar hayatın anlamı, iyi yaşama, mutluluk, ölüm ve ölüm sonrası hayatla ilgili olan kısacası ahlak, siyaset ve dinle ilgili şeylerdir. Rahatlıkla görebiliriz ki bunlar sofistlerin ilgi alanlarıyla aynıdır. Öyleyse bilgelik arayışının insan ile başlaması gerekliliği sofistler ve Sokrates için ortaktır.
Sokrates insandan daha doğrusu insanın içinde bulunduğu bilgisizlik durumundan yola çıkacak ve insanın bu bilgisizlik durumundan kurtaracak bir temel arayacaktır. Sokrates’e göre insan için keşfedilebilecek evrensel ahlaki doğrular vardır ve bu karşılıklı tartışılarak, araştırılarak ortaya çıkarılabilir.
Sokrates’in şüpheciliği sofistlerin aksine yöntemsel bir şüpheciliktir. Şüphesini, şüpheden kurtulmak adına kullanır. Bu şüphe sadece bir başlangıçtır. Zaten daha sonra öğrencileri şüphecilik yönünde ilerlemeyeceklerdir.
Erekbilimcilik
Sokrates’in gençliğinde Doğa Filozofları’nı incelediğine ilişkin elimizde çeşitli kanıtlar vardır. Bunlardan en önemlisi Sokrates’in hayatındaki bir diğer önemli kırılım olan, Anaksagoras’ın Nous, zihin fikriyle karşılaşmasıdır. Phaidon’da anlatıldığına göre Sokrates Anaksagoras’a ait olduğu söylenen bir kitapta «her şeye düzen verenin, her şeyin nedeninin Nous olduğu» görüşü ile karşılaşır ve bundan çok etkilenir. Nihayet birisinin evrendeki düzeni Zihin veya Akıl’a bağlıyabildiğini düşünerek Anaksagoras’ın tüm kitaplarını okur fakat nihayetinde büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Anaksagoras her ne kadar Nous’u tanımlamaya çalışsa da evrendeki düzeni açıklarken işe karıştırmaz.
Peki Sokrates neden bu kadar büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır? Onun beklentisi nedir? Sokrates Anaksagoras’tan erek bilimsel (teleolojik) bir açıklama beklemektedir. Eğer Anaksagoras Dünya’nın şeklini söylüyorsa bunun nedenini de açıklamalıdır ve bununda «iyi» kavramını merkeze alarak yapmalıdır. Örneğin Anaksagoras Dünya düz diyorsa, bu sahip olması mümkün olan en iyi şekil olmasından kaynaklı olduğunu ispatlamalıdır. Her şeyin nedenini «iyi» kavramının içinde bulabilmelidir.
Gerçekten de Platon’un büyük felsefi sistemi bütün şeyleri yöneten ve açıklayan ilkenin iyilik olması üzerinedir. Platon için iyinin kanıtlanmaya ihtiyacı yoktur. O temel bir açıklama ilkesidir. Bu kabul olmaksızın hiçbir şey açıklamak mümkün olmaz.
Platon’a göre daha sonra da göreceğimiz üzere iki tür felsefe yapma şekli vardır. Ya herhangi bir kılavuz olmadan ampirik dünyaya gireriz ve sonsuz değişken arasında yolumuzu yitiririz. Ya da temel bir kabulle yola çıkarız ve dünyayı anlamaya çalışırız. Platon’un bu yöntemine en iyi örnek geometridir. Geometri tümüyle varsayımsaldır ve bir grup tanımın, aksiyomun kabulune dayanır. Bu varsayımlar kabul edilirse diğer bir çok teorem kanıtlanmış olur.
Phaidon diyaloğu Sokrates’in zindanda ölümü beklediği bir ortamda geçer. Sokrates bulunduğu duruma Anaksagoras’ın nasıl bir açıklama getireceğini sorgular. Anaksagoras’ın modeli durumu tamamen fiziksel koşullara bağlayacaktır. Sokrates, bulunduğu odanın kapısının kilitli olmasından dolayı dışarı çıkamamaktadır ve o zindanda beklemektedir. Elbette ki bunlar, Sokrates’in hapis olmasını açıklamamaktadır. Sokrates’in o anda hapiste olmasının nedeni, Atinalıların hakkında idam hükmü vermiş olması ve kendsinin bu cezadan kaçmayı reddetmiş olmasıdır. Bu olayın açıklayıcı nedeni kuşkusuz fiziksel değil, zihinseldir öyleyse.
Buradan çıkaracağımız önemli bir sonuç vardır. Sokrates, Anaksagoras vakasıyla tüm Doğa Filozofları’nın açıklama modelıne karşı çıkmaktadır. Doğa Filozofları «mekanist» iken, Sokrates’in yerine koymaya çalıştığı erek bilimci modeldir. Bu durum felsefe ve bilim tarihi için büyük bir dönüm noktası olacaktır. Platon ve daha sonra da Aristoteles erek bilimci yöntemi geliştirerek devam ettirirken, Antik Yunan’da en gelişmiş şeklini Demokritos’ta yaşayan mekanizm, Yeniçağ’dan günümüze kadar esas bilim yapma şekli olacaktır.
Sokrates’in hapiste olmasını erek bilimsel olarak açıkladık. Peki yağmuru, rüzgarı, depremi buna benzer bir yöntemle açıklayabilir miyiz? Eğer her şeyi yöneten bir Tanrı varsa neden olmasın. Bu model sadece dindar insanların kabul edeceği gibi bilinçli ve bir amaca göre hareket eden bir tanrının varlığı durumunda işleyen bir model olmak zorunda da değildir. Doğanın ve doğadaki varlıkların erekler yönünde bilinçsiz bir eğilimi olduğunu da ileri sürebiliriz. Nitekim Aristoteles doğayı bilinçsiz bir ereklere yönelimi alanı olarak görür.
Tanrı Anlayışı
Protagoras’ın o meşhur sözünü hatırlayalım; «her şeyin ölçüsü insandır.» Biliyoruz ki Platon buna şiddetle karşı çıkacak ve «her şeyin ölçüsü Tanrı’dır.» diyecektir. Ancak bu Tanrı nasıl bir tanrıdır? Timaios diyaloğuna bakarsak tanrıyı evrenin düzenini veren Demiorgos olarak tasarlamaktadır. Ancak iyi ideasını ele alırsak tanrıyı iyiye özdeş olarak tasarladığını söyleyebiliriz. Diğer yandan Timaios’ta bile Tanrı’nın evreni meydana getirmesini açıklarken, onun en iyi ve en cömert olmasından yaptığını söyler. Nitekim Phaidon'da, Sokrates bu düşünceyi kendi tarzında dile getirir. Ona göre nesneleri açıklamak isteyen Doğa Filozofları:
«Dünyayı bir kasırga ile sararak onu olduğu yerde, gökte tutturur (anlaşılacağı üzere bu Anaksagoras’tır). Bir diğeri onu temeli ve desteği hava olan geniş bir hamur teknesi olarak anlar (Muhtemelen bu da Anaksimenes’tir). Onlar nesnelerin şimdi mümkün olduğu kadar iyi bir durumda olmasının sebebi olan güce gelince, bunu aramazlar. Onun kendisinde tanrısal bir güç olduğunu düşünmezler... Nesneleri birbirlerine bağlayan ve tutan şeyin iyilik ve gereklilik olduğunu akıllarına getirmezler.»
Anlaşılan o ki nesneleri bir arada tutan şey iyiliktir ve bu iyiliğin kaynağı tanrısaldır. Fakat Sokrates’in tanrısı bir nevi mükemmel bir insan gibidir. Her şeye düzen vermekte, ayı, güneşi, yıldızların konumlarını ayarlamakta ve bunu en iyi, en mükemmel olma adına yapmaktadır. Bu tanrı insanın anlamayacağı, bilemeyeceği bir tanrı değildir. O tam manasıyla bir Akıl veya Zihin’dir. İşte bu sebepten de Anaksagoras’ın Nous kavramıyla ilk karşılaştığında büyük ilgi duymuştur.
Sokrates insanı anlamak için kendisinden önceki Doğa Filozofları gibi doğadan yola çıkmak yerine, doğayı anlamak için insandan daha doğrusu insan gibi olan tanrıdan yola çıkmaktadır.
İşte Sokrates’in tanrısı, onun Daimon’u yani her zaman içinde olan ve ona ahlaki kılavuzluk yapan şey tamamen kişiselleşmiş tanrısal bir varlıktır. Sokrates’in Zeus, Apollon, Athena gibi geleneksel Yunan tanrılarına inanıp inanmadığını bilmiyoruz ama onlardan saygılı bahsettiğini, yerine göre ibadetlere katıldığını biliyoruz. Ancak ahlaki ve felsefi olarak ehemmiyet verdiği dindarlığı içindeki Daimon’da bulmaktadır.
Tanım ve Tümel
Aristoteles Metafizik eserinde tanımların ve tümevarımın buluşunu Sokrates’e mal eder. İlk olarak inceleyeceğimiz tanım konusundan, tümelleri anlamamız doğru olacaktır. Ayrıca Aristoteles, Sokrates'in ahlaki erdemlerle ilgili olarak da tümel tanımlar meydana getirmiş olduğundan bahseder. Öyleyse tümevarımsal akıl yürütmeleri kullanarak, tümel tanımlara erişmeye çalışan ilk kişi Sokrates’tir.
Tümel nedir? Örneğin Ahmet, Ayşe, İstanbul, Jüpiter ve hatta roman kahramanı olan hayali Raskolnikov gibi kelimeler tikel varlıkları yani somut olan, görebileceğimiz varlıkları işaret ederler. Ancak daha geniş anlama sahip kelimeler de vardır ki bunlar daha ziyade bir grup varlığın ortak niteliklerini işaret ederler. Bu kelimelerin bazıları fiziksel şeylere işaret edebileceği gibi (sıcaklık, soğukluk, kitağ vb.), soyut şeylere de işaret edebilir (iyilik, kötülük, adalet vb.). Her iki durumda da bu tür kelimeleri gerçek hayatta işaret edemeyiz. Masayı gösteremeyiz. Evimizde bulunan bir masayı yani tikel masayı gösterebiliriz. İyiliği gösteremeyiz, belki sadece iyi olan bir arkadaşımızdan bahsedebiliriz. Benzer şekilde insanı gösteremeyiz, ancak Ahmet veya Ayşe’yi gösterebiliriz.
Peki gösteremediğimiz bu tümelleri duygularımızla kavrayamıyorsak, nasıl kavrarız? Bunun cevabı tabi ki aklımızla olacaktır. Bazı tümellerde duyuların katkısı elbette vardır. Daha önce kitap görmemiş birisi için, kitap tümeli oluşturmak mümkün değildir.
Ancak devlet ya da toplum gibi tümllerin geliştirilmesinde duyuların etkisi ilk durumki kadar baskın değildir. Hatta iyilik, adalet gibi kelimelerde duyuların etkisi gitgide daha da azalır. Bu kavramlar tamamen zihin ürünü ideallerdir ve son derece özneldir. Bu sebepten de daha büyük tartışmalara sebebiyet verir. Örneğin adaletin ne olduğu kimsenin kolay kolay hemfikir olamayacağı bir tartışmadır.
Bu son tür büyük ölçüde zihin ürünü olan tanımlar başka bir soruna sebebiyet vermiştir. Okkam’lı William ve Hobbes gibi «adçı» diye tanımlanan gruba göre sadece uzayda yer kaplayan tikel varlıklar gerçektir. Ahmet ve Ayşe vardır ama insan diye bir şey yoktur. İyilik, güzellik gibi tanımlar hiçbir varlığa işaret etmeyen salt adlardır.
Adcılığın tam karşısında Platon’un kavram idealizmi yer alır. Platon’a göre tikeller gerçekte var değillerdir, gerçekte var olanlar tümeller yani idealardır. Şimdilik Platon’un bu cüretkar görüşü şiddetle savunmasında Sokrates’in rolünü tartışmakla yetineceğiz.
Protagoras’ı tekrar hatırlayalım. Protagoras tam bir duyumcu ve bunun mantıki sonucu olarak da görelicidir. Protagoras’a göre havanın sıcak ya da soğuk olması diye bir durum yoktur. Hava kimine sıcak, kimine soğuk ise demek ki bu şekilde anlamaktan ve bahsetmekten başka bir seçenek yoktur. Hava herhangi bir anda herhangi bir lkişiye nasıl gözüküyorsa öyledir. Protagoras bu anlayışını sadece bilgi alanında değil, ahlak ve siyaset konularında da aynı şekilde koruduğunu görmekteyiz.
Buna karşın Sokrates ve Platon bu bakış açısına şiddetle karşı çıkacaklardır. Protagoras’a göre ortada değişmeyen, sabit, genel doğru bilgi diye bir şey kalmayacaktır. Hatta doğru düzgün iletişim bile kurmak mümkün olmayacaktır çünkü lisan büyük oranda kavramlara işaret eder. Her insana isim versek de her nesnenin farklı zamanlardaki durumlarına isimler koyup iletişim kurmamız mümkün değildir. İletişim için genel tümel kavramları kullanmak şarttır.
Protagoras ve adcılar ise tümellerin gerekliliğine itiraz etmediklerini söyleyecektir muhtemelen. Onların itirazı tümellerin bir gerçekliği olmadığıdır. İşte Sokrates’in başarısı, bu iddiaya güçlü bir şekilde karşı çıkabilmesidir.
Sokrates ahlak alanındaki tümellerin nesnel bir gerçekliğe sahip olduklarını savunur. Öğrencisi Platon onun bu görüşünü korusa da, bu anlayışı tüm evren için uygular. Aristoteles de bir sınırlama ile Sokrates’e hak verecektir.
Sokrates’i Platon’un Sokratesçi diye bilinen ilk diyaloglarından bildiğimizi söylemiştik. Bu diyolaglar gerçekten de Sokrates’in ilgilendiği ahlak ve siyaset ile ilgilidir. Erdem nedir, tek midir çok mudur, başkalarına öğretilebilir mi gibi sorular bu diyalogların konusudur.
Sokrates erdemin çeşitleri olarak saydığı «cesarete, adalet, ölçülülük» gibi kavramların boş sözler olmadığını, gerçekte insanın varlığında karşılığı olan şeyler olduğunu iddia eder.
Protagoras diyaloğunda cesaret, Euthyphron diyaloğunda ise dindarlık Sokrates tarafından detaylı bir şekilde tartışılır ve bu kavramlar konusunda bir anlaşmaya varmak ne kadar imkansız olsa da zihin açıcı bir bir diyalog meydana gelir.
Zaten Sokratik diyaloglarda üzerine konuşulan konu ile ilgili herhangi bir sonuca varmadan sonuçlanır. Fakat yine de Platon, Sokrates’in tümellerin nesnel bir gerçekliği olduğu görüşünü savunmuş olur böylelikle. Bu kavramlar insan zihninin içindedir ve diyalog ile onlara yaklaşabiliriz. Cesaret veya adalet üzerine konuşan insanlar kelimeler üzerine değil, gerçekler üzerine konuşmaktadırlar. Tartışmanın tarafları bu erdemlerin tanımlarında bir eksiklik olduğunu görür ve kabul ederler. Demek ki ortada böyle bir gerçeklik vardır ve o esnada diyalogda çıkan tanım, o gerçekliği tam yansıtamamaktadır. Cesareti mükemmel tanımlayamasak da cesur insanlar vardır, adaleti eksik kavrasak da adil insan vardır.
Diğer taraftan olayı tersten ele alırsak, insanların tümünün bir kavram üzerinde görüş birliğinde de olması da zaten herhangi bir şey ifade etmeyecektir. Çünkü insanlar yanlışlar üzerine de görüş birliği yapabilirler.
Zaten Sokrates de üzerine görüş birliği yapılmış gibi olan kavramları –dindarlık gibi– sürekli tartışmaya açar. Sokrates hiçbir olumlu tez ortaya atmaz, sadece karşısındakinin görüşündeki açıkları yakalar ve ona gösterir. Kendisi sürekli hiçbir şey bilmediğini söyler ve görüş bildirmez. Karşısındakini konuşturur ve gerektiğinde ufak dokunuşlarla onları yönlendirir. Kişi doğruya Sokrates’in fikirleri sayesinde değil, kendi fikirleri sayesinde, kendisiyle mücadelesi sonucunda yönlenir.
Ahlaki kavramların, nesnel bir varlığı olduğunu Sokrates en güzel şekilde gösterdiğini düşünüyordu herhalde. Kendi fikrini zorlamadan, muhatabının sadece kendine dönüp bakmasını sağlayarak bunu başarıyordu. Kişiler kendi ruhlarında zaten var olan bu bilgiyi buluyorlardı.
Sokrates sürekli «hiçbir şey bilmediğini» söyler. O kendi işini annesinin mesleği olan ebeliğe benzetir. Tıpkı ebelerin çocuk doğurtması gibi Sokrates de kafalarda yeni fikirleri doğurtmaya çalışır. Onun izlediği yol mantıksal yolla farklı bakış açılarının ortaya konması yani diyalektiktir. Diyalektik yöntemi en iyi ifade edecek form da diyalogdur.
Buraya kadar ahlaki değerlerin yerinin Sokrates’e göre neresi olduğunu kafamızda oturtmuş olduk. Ahlaki değerlerin yeri insandır, insanın içi, insanın ruhudur. Öyleyse esas bilgi insanın kendisini bilmesidir. Kendimize, ruhumuza dönüp baktığımızda, ahlaki doğruların zaten orada olduğunu göreceğiz. Onlar belki üstü örtük bir şekilde oradadırlar. Bu potansiyeli ortaya çıkarmak için insanın kendisini tanıması gerekecektir. Sokrates işte sadece bu içe dönüş için yardım etmektedir.
O da tıpkı sofistler gibi geleneksel görüşlerin yetersizliğinin farkındadır. Ama o sofistlerin yöntemine özünde itiraz eder ve farklı bir yöntem kullanır. Sofistlerin verecek dersleri, söylevleri vardır. Doğal olarak da karşılığında para da alırlar. Oysa Sokrates’in öğreteceği bir şey yoktur ki zaten kendisi hiçbir şey bilmemektedir. Dolayısıyla ücret alma hakkına da sahip değildir.
Tam tersine, hoca olmak bir yana aslında Sokrates bir öğrencidir. Sorduğu sorularla karşısındakinden bir şeyler öğrenen ama diğer yandan da bir şeyler öğrenmesine yardım eden bir öğrenci. Zaten o muhatabıyla karşılıklı diyaloga girer. Bir hoca gibi ders vermek isteseydi diyalog değil konferans formunda konuşurdu.
Sokrates’in ahlaki tümellerin varlığını kanıtlama çalışması bir başka önemli sonucu ortaya koyar. Ahlaki kavramları tanımlarken herhangi bir ilahi otoriteye atıfta bulunmaz. Adaletin ne olduğunu tanrıların emirlerinde aramaz. Şüphesiz Sokrates’in tanrı inancı vardır ama bu inanç onun kendi içinde keşfettiği ahlak yasaları gibidir. Tanrı da onun içindeki «Daimon»’dur. Ancak bu tanrı hiçbir ahlaki yasanın teminatı değildir. Sokrates de tıpkı sofistler gibi hümanisttir. Ahlaki değerlerin kaynağı tanrı değil, insan olmanın kendi özüdür.
Sokrates, Platon’un sistematikleştireceği bir kaç görüşün açıkça görülmektedir ki öncüsüdür. İlk olarak gayri-maddi varlıkların tümel varlığını ortaya atarak Platon’un en azından gayri-maddi varlıklar için idealizminin öncüsüdür.
Ayrıca Platon’da agresif bir şekilde ele alınacak ruh-beden ikiliğini ve ruhun bedene üstünlüğü fikrinin öncüsü de Sokrates’tir. Her insanın ruhunda tüm ahlaki değerler zaten olmasına rağmen, neden herkes bu değerlere sahip değildir. Sokrates’ten anladığımız kadarıyla insanın ruhundan ayrı olan bedeni ve duyuları vardır. İşte bu duyular ruhun gerçeklerini kapatmakta ve erdemlere ulaşmasını engellemektedir.
Buradan sanılmamalıdır ki Sokrates, Platon ve daha sonra onun görüşünü aşırı uçlara taşıyacak Hristiyan ahlakçıları gibi bedenin, bedensel hazların düşmanıdır. Zaten öyle bir hayat önermemiş ve öyle bir hayat yaşamamıştır. Buradan anlamamız gereken onun ruh-beden çatışmasında, ruha daha fazla ehemmiyet verdiğidir.
Tümevarım
Aristoteles’in Sokrates’e mal ettiği diğer önemli buluş tümevarım yöntemidir. Bu yönteme özel olarak «Sokratesçi Tümevarım» diyeceğiz.
Genel anlamıyla tümevarım, gündelik hayatta da, bilimsel çalışmalarda da kullanılan iki akıl yürütme yönteminden biridir. Matematik genelde tümdengelim yöntemini kullansa da, deneysel bilimler esas olarak tümevarım yöntemini kullanırlar.
Tümdengelimsel yöntemde, öncüllerin sonucu mantıksal olarak zorunlu bir yargıya ulaşır. Örneğin öncüller A = B ve B = C ise, buradan çıkarılacak mantıksal ve zorunlu sonuç A = C olacaktır.
Tümevarım ise sınırlı sayıdaki tikel örneği genelleyecek akıl yürütme yöntemidir. Örneğin, bir bilim insanı dünyanın çeşitli yerlerinde bir dizi cisimlerin serbest düşme deneyi yapar ve elde ettiği verileri nihayetinde bir genel yargıya çevirebilirse, tümevarım yöntemini uygulamış olur. Yani tikelden tümele varmış oluruz. Gündelik hayatta da kararlarımızı alırken, insanların önceki davranışlarını ele alır ve sonrasında nasıl davranacaklarını tahmin edebiliriz.
Sokratesçi tümevarım üç aşağı beş yukarı bunu yapmaktadır. Sokrates’in tüm insanların ruhunda evrensel ahlaki değerlere sahip olduğunu düşündüğünü söylemiştik. Öyleyse bu yöntemde o ahlaki değerin mümkün olduğunca tüm tikel örnekleri incelenmeli ve tümel bir tanıma ulaşılmalıdır.
Örneğin cesaretin tanımını yapmaya çalışıyorsak, askerlerin savaşta gösterdiği cesareti, denizcilerin fırtına karşısında gösterdiği cesareti, bazı insanların hastalıklara karşı gösterdiği cesareti ve bir çok diğer durumu örnekler olarak alabiiliriz ve oradan cesaretin tanımına ulaşmaya çalışırız. Protagoras diyaloğuna göre cesaret, «Neden korkulup neden korkulmayacağına, neyin göğüslenmeye değer olup neden kaçınmanın iyi olacağıına ilişkin bilgidir».
Sokratesçi tümevarımın, şu anda anladığımız tümevarım yönteminden biraz farkı vardır. Sokrates özel durumlardan hareket ederek bir tümele varmaya çalışır. Ancak bu durumlar her zaman tümelin örneği değil, bazen sadece bir parçasıdır. Örneğin taşın düşmesi, her durumdaki yer çekimi durumunun bir örneğidir ama bir askerin savaş esnasındaki cesareti, cesaretler kümesinin sadece bir parçasıdır.
Aristoteteles'e göre Sokrates elde ettiği tümellere, tikellerin dışında bir varlık tanımamıştır. Platon ise tümelleri tikellerin sütüne yerleştirerek onları ayrı bir varlık –idealar- olarak tanımlamıştır. Aristoteles Platon’un idealar kuramını bu sebepten orjinal bulmaz ve idealara ayrı varlık tanınmasını da bir hata olarak görür. Bu hata öyle büyüktür ki altından kalkılamaz bir çok soruna sebebiyet verir.
Erdem
Artık biliyoruz ki Sokrates ahlakı sağlam bir temele oturtmak istemektedir. Öyleyse ahlaki erdemin ne olduğu, bir mi çok mu olduğu, öğretilebilir olup olmadığı onun esas ilgi alanlarıdır.
Sokrates’in erdem anlayışı basit ancak zihin açıcıdır. Erdem, bir nevi üstünlük ve mükemmelliktir. Bu üstünlük aynı fazilet kelimesinde olduğu gibi değerlerin fazlalığıdır. Gereksiz bir fazlalık değil, mükemmelliği sağlayan bir fazlalık anlamınında anlayabiliriz. Erdem (arete) doğdadaki tüm varlıklar için geçerlidir. Öyleyse gözün erdemi görmek, nıçağın erdemi kesmektir. O halde erdem, o varlığının doğasının gerektirdiğinin mükemmel bir şekilde sağlamasıdır. Ancak biliyoruz ki Sokrates’in ilgilendiği insanın erdemidir.
Peki nedir bu insanın erdemi? Daha doğrusu insanın mükemmelleştirmesi gereken doğası nedir?
Sokrates bu durumda insanın diğer varlıklardan farklı olan yanının ne olduğuna ve ereğine bakmamız gerektiğini söyler. İnsanın bu özelliği Sokrates’e göre bilinç sahibi olmasıdır. Peki insanın peşinde koştuğu erek nedir? Bu da muhakkak ki mutluluk (eudamonia)’dır. Bütün insanlar mutlu olmanın peşinde koşmaktadır ve insanın ereğinin yani mutluluğun peşinde koşması ahlaki olarak iyidir.
Öyleyse insana mutluluğe getiren nedir? Diğer bir şekilde söylersek insanın mutlu olmasını engelleyen şey nedir? Sokrates’e göre mutluluğun en büyük kaynağı bilgidir. Bu bilgi insanın özünün yani mutluluğun bilgisidir. Böylelikle Sokrates’in ünlü önermesi «erdem bilgidir» ortaya çıkmış olur.
Burada bilginin insanı mutlu ettiği gibi basit bir sonuç çıkarmamak gerekir. Aristoteles’e daha sonra göreceğimiz gibi mutlu insan bilgin insandır. Ancak Sokrates’in derdi pratikledir, öyleyse onun bahsettiği bilgi eylem ile alakalı olmalıdır. Öyleyse Sokrates’e göre bilgi -veya hakikat- doğru eylemin gerçekleştirilmesini sağlayan bilgidir.
Bu bilgi doğanın, canlıların, ticaretin, zanaatın bilgisi değildir. Bu bilgi kısaca «insan hayatının anlamının bilgisi»’dir.
Sokrates’e göre çok çeşitli erdemler yoktur. Sadece tek bir erdem vardır. Farklı erdemler gibi görünen şeyler -mesela cesaret, adalet, dindarlık, ölçülülük- aynı iyinin parçalarıdır. Birbirlerinin içine girmiş kavramlardı. Örneğin toplum için adalet kavramı neyse insan için ölçülülük de odur.
Haz için de benzer durum varıdr. Haz veren şey aynı zamanda yararlıdır öyleyse iyidir. Burada uyuşturucu kullanmak da haz verir ama iyi değildir itirazı gelebilir. Ya da acı bir ilaç haz vermese de iyi değil midir? Sokrates aşırı hazı, başka hazları engellediği için iyi olarak görmez. Gerçek hazzı da ölçülülük de görür.
Şüphesiz Sokrates’in bu yaklaşımı biraz farklı ve insan aklına ilk başta çok uygunmuş gibi durmamaktadır. Bütün erdemleri tek bir erdem olarak görmesi, erdemi mutluluğa ve dolayısıyla bilgiye indirgemesi onun öğretisinin çetrefilli temelleridir. Ancak şunu tekrar hatırlayalım ki Sokrates’e göre bilgi doğrudan erdeme ve mutluluğa eşit değildir. Ona göre bilgiye sahip olan, diğer bir deyişle iyiyi bilen, zorunlu olarak onu yerine getirecektir. Hiçbir kimse bilerek kötülük yapmayacaktır.
Sokrates’e göre insanin neyin kötü olduğunu bildiği ve kendini haza kaptırarak, bile bile kötülük yaptığı görüşü yanlıştır.Bir insan kendini zevke kaptırabiliyorsa zaten iyi konusunda bilgisiz demektir. Öyleyse insanın kötü oldğunu bildiği bir şey yapması doğasına aykırıdır.
Sokrates farklı itirazlar gelebilir elbette. Bir hırsıza sorulduğunda, hırsızlığın başkalarına zararı dokunan, kötü bir şey olduğunu kabul edebilir ancak ilk fırsatta gene hırsızlık yapacaktır. Bu yaptığı nasıl olur da bilerek, isteyerek değildir. Sokrates’e göre hırsız, hırsızlığın kötü olduğunu kabul etse de aslında bu görüşünde samimi değildir. Hırsızlık kendilerin yararlı ve dolayısıyla iyidir. İşte görüşleri tam olarak budur.
Sokrates’in görüşü kolay alt edilebilir bir görüş değildir ama Aristoteles’ten sağlam bir itiraz gelecektir. Sokrates’in tezine göre, eylemlerde istek ve iradenin hiçbir etkisi yok gibidir. Doğru bilgi araya hiçbir şey almadan, doğrudan nasıl eylemi meydana getirebilir? Ahlaki eylemlerde iradenin gücünün etkisi yok mudur gerçekten de? Aynı terbiyeyi ve eğitimi almış iki kardeşin aynı ahlaki olaya karşı farklı davranış göstermesi nasıl açıklanır öyleyse?
Görünen o ki Sokrates insanı bilgi ve bilinçten ibaret olarak görmektedir. Ama artık bilinçaltının da ne kadar etkili olduğunu gayet iyi biliyoruz.
Sokrates’in duruşmadaki cesaretini övdüğümüzde onun bilgisini mi övemekteyiz? Ya da bir katili yerdiğimizde, yerdiğimiz şey sadece bilgisizliği midir? Yoksa biz bu insanların kişiliğini mi değerlendirmekteyiz?
Ne olursa olsun Sokrates’in görüşü insanlara önemli bir imkan vermektedir. Eğer insanların hepsi doğası gereği iyiyi yapmaya eğilimlilerse, bir şekilde her türlü sorun çözülebilir, iyileştirilebilir.
Sonuç olarak Sokrates bir «ahlaki entelektüalizm» görüşü yani ahlaki meselelerde zihinsel öğeye öneme veren bir görüş ortaya atmıştır. Daha sonra bunun karşısında yer alan görüş de «volantarizm» yani ahlaki iradecilik olmuştur.