...düşüncelerle bilincimizde ancak öldürmeyecek kadar derin bir yara açmıştık.
Otuz yaşında adamın elinden boya işi gelmiyordu. Bu durumun vahamet mertebesi hakkında bizler tam karara varmak üzere oturmuş düşünürken kapı çaldı. Boyacı günlerce geç de olsa gelmişti. - bu yeterdi. Boyacının karşısında daha ilk dakikada ezilmeye başlamıştı. Bu dik, kendinden emin zat; işi beğenmedi, haklıdır... parayı beğenmedi, üç kuruş gerçekten... yaptığı boyalar döküldü, zaten garanti vermemişti.
Eskiden olsa sonuç gene benzeri olacaktı ama en azından artık enayi yerine konmuş olma hissini bir kenara bırakmıştı. Her gün kendisinin "bey"olduğunu iddia eden onlarca telefon alıyordu. - tersine geçen gün bankadan biri kendisine telefonda "naber köftehor" diye giriş yapmıştı(!?). Boyacılar bu kadar itibar sahibi değildi kendisinden başka gözlerde. Bu üçkağıtçı boyacı her türlü hakareti, kötü muameleyi hak etmiştir öyleyse? İşini kötü yapıyorsa acımasız her şey hakkıdır.
Yine de keşke boyacı ağabey işini iyi yapan birisi olsaydı da arkasından bu kadar laf edilmeseydi. O anlıyabiliyordu bu adamın ne yaptığını sanki. Bilinç sonra ahlak daha sonra vicdan ve daha sonra derinlerde ne bulabilirsen tam olarak yok olmasa da şeffaflaşmaya başlıyordu. Çok insan kazıkladı, çok beddua aldı. En yakın arkadaşını sattı. Oysa o da yirmi yıl önce tertemiz bir çocuk değil miydi? Peki neden bu adamdan yirmi yaş büyük boyacılar böyle değildi?
Boyacı bu kötü huylarıyla beraber çok para kazandı. Bu sefer bir köşkü boyayacaktı. Köşkün sahibi ile iyi paraya anlaştı, işini de aynı tertemiz olduğu günlerdeki gibi mükemmel yaptı ama parasını bir türlü alamadı. Bir kere bile "kendi ettiklerim bana geri döndü" diye düşünmedi.
Edindiği şöhretle daha büyük bir iş aldı. Sonra işveren ile anlaşmazlığa düştü. Derken davalı oldular. Ucuz adam ucuz avukat tutunca ancak avukatının değeri kadar adalete ulaştı. Nasıl oluyorsa iyi avukat ve kötü avukat vardı. Geçmişte olup bitmiş olay avukatına göre çok daha farklı şekilde olup bitmiş olabilirdi. Sonra baktı ki avukatlar da itibarlı bir grupmuş. Ses çıkarmadı ve en başa döndü. Bu kadar görmüş geçirmişlik bir hidayete erme sağlasaydı diye düşündüler "Sahnenin Dışındakiler". İşte ben o zaman Boyacı'ya yapma diyemedim. Ağzından salyalar akarak iş yapan bir müteahhite gıpta ile bakma diyemedim. Ben desem de nedense kimse haklısın demedi bugüne kadar zaten. Kendisini defalarca ezen bu adam, ulaşmak istediğimiz noktaydı.
Çocuğu kötü bir okula gitmeyi hak ediyordu ve bu o kadar doğaldı ki acımasızlık ileri safhası burada bünyede hissettirmeden olgunlaşıyordu. Bu okul denen şey hakkında bilgisi ve herhangi bir şey öğrenecek vakti de yoktu boyacının.
Oğlunun ağır hastalığına ne yapacaklardı? Hastanede de kendini fazla hissetti. Sonra nasıl olduğunu bilmediği hastanelerde, adını bilmediği doktorların elinde öldü oğlu. Bu kadarlık satın alabilmişti. Oğlunun yasını tutmadan gecikmeli de olsa "ilk sözü geçen ev"e geldi. Bu adam herşeyi kendisi haketmişti. Öyle hak edebiliyordu ki, oğlu ölebiliyordu. Sonra biz acımadık ve acımadık...
...
"Sen yalan içinde yaşıyorsun, ben hakikatte..." bir insanın diğerine söyleyebileceği en acımasız sözdür. L.N.T
Otuz yaşında adamın elinden boya işi gelmiyordu. Bu durumun vahamet mertebesi hakkında bizler tam karara varmak üzere oturmuş düşünürken kapı çaldı. Boyacı günlerce geç de olsa gelmişti. - bu yeterdi. Boyacının karşısında daha ilk dakikada ezilmeye başlamıştı. Bu dik, kendinden emin zat; işi beğenmedi, haklıdır... parayı beğenmedi, üç kuruş gerçekten... yaptığı boyalar döküldü, zaten garanti vermemişti.
Eskiden olsa sonuç gene benzeri olacaktı ama en azından artık enayi yerine konmuş olma hissini bir kenara bırakmıştı. Her gün kendisinin "bey"olduğunu iddia eden onlarca telefon alıyordu. - tersine geçen gün bankadan biri kendisine telefonda "naber köftehor" diye giriş yapmıştı(!?). Boyacılar bu kadar itibar sahibi değildi kendisinden başka gözlerde. Bu üçkağıtçı boyacı her türlü hakareti, kötü muameleyi hak etmiştir öyleyse? İşini kötü yapıyorsa acımasız her şey hakkıdır.
Yine de keşke boyacı ağabey işini iyi yapan birisi olsaydı da arkasından bu kadar laf edilmeseydi. O anlıyabiliyordu bu adamın ne yaptığını sanki. Bilinç sonra ahlak daha sonra vicdan ve daha sonra derinlerde ne bulabilirsen tam olarak yok olmasa da şeffaflaşmaya başlıyordu. Çok insan kazıkladı, çok beddua aldı. En yakın arkadaşını sattı. Oysa o da yirmi yıl önce tertemiz bir çocuk değil miydi? Peki neden bu adamdan yirmi yaş büyük boyacılar böyle değildi?
Boyacı bu kötü huylarıyla beraber çok para kazandı. Bu sefer bir köşkü boyayacaktı. Köşkün sahibi ile iyi paraya anlaştı, işini de aynı tertemiz olduğu günlerdeki gibi mükemmel yaptı ama parasını bir türlü alamadı. Bir kere bile "kendi ettiklerim bana geri döndü" diye düşünmedi.
Edindiği şöhretle daha büyük bir iş aldı. Sonra işveren ile anlaşmazlığa düştü. Derken davalı oldular. Ucuz adam ucuz avukat tutunca ancak avukatının değeri kadar adalete ulaştı. Nasıl oluyorsa iyi avukat ve kötü avukat vardı. Geçmişte olup bitmiş olay avukatına göre çok daha farklı şekilde olup bitmiş olabilirdi. Sonra baktı ki avukatlar da itibarlı bir grupmuş. Ses çıkarmadı ve en başa döndü. Bu kadar görmüş geçirmişlik bir hidayete erme sağlasaydı diye düşündüler "Sahnenin Dışındakiler". İşte ben o zaman Boyacı'ya yapma diyemedim. Ağzından salyalar akarak iş yapan bir müteahhite gıpta ile bakma diyemedim. Ben desem de nedense kimse haklısın demedi bugüne kadar zaten. Kendisini defalarca ezen bu adam, ulaşmak istediğimiz noktaydı.
Çocuğu kötü bir okula gitmeyi hak ediyordu ve bu o kadar doğaldı ki acımasızlık ileri safhası burada bünyede hissettirmeden olgunlaşıyordu. Bu okul denen şey hakkında bilgisi ve herhangi bir şey öğrenecek vakti de yoktu boyacının.
Oğlunun ağır hastalığına ne yapacaklardı? Hastanede de kendini fazla hissetti. Sonra nasıl olduğunu bilmediği hastanelerde, adını bilmediği doktorların elinde öldü oğlu. Bu kadarlık satın alabilmişti. Oğlunun yasını tutmadan gecikmeli de olsa "ilk sözü geçen ev"e geldi. Bu adam herşeyi kendisi haketmişti. Öyle hak edebiliyordu ki, oğlu ölebiliyordu. Sonra biz acımadık ve acımadık...
...
"Sen yalan içinde yaşıyorsun, ben hakikatte..." bir insanın diğerine söyleyebileceği en acımasız sözdür. L.N.T